DOMUZ HIRSIZI ADAMA ACIR MI? – Hikaye – O’HENRY

DOMUZ HIRSIZI ADAMA ACIR MI? (O’HENRY)

Doğu treninin sigara salonuna geçtiğimde Wabash ırmağının batısındaki

aklıyla zihnini aynı zamanda kullanabilmek yeteneğine sahip tek akıllı

insanı gördüm. Ama Jeff Peters dulların, yetimlerin korkacağı bir insan değildi. O yalnızca fazlalıkları tırtıklar! Savurganların veya paralarını

tehlikeli işlere yatırmaya hevesli atak paralıların önemsiz birkaç dolarını

ele geçirerek dolaplar çevirmek sevdasındadır. Tütün, Jeff’i kolayca dile

getirir. Dolgun, kuru iki puronun yardımıyla son serüvenini dinlemeyi

başardım.
Jeff:
– Bizim işin en zor yanı dolabı birlikte döndürecek dürüst, güvenilir bir

adam bulmaktır, dedi. Ortaklık ettiğim adamların en iyilerinin bazen

hileye saptıklarını gördüm.
Geçen yaz, doğuştan dalavereye yatkın olup da olanaksızlık dolayısıyla

bu Tanrı vergisi yetenekten yararlanamamış ve o yüzden başarı

sarhoşluğuna kapılmayarak burnu büyümemiş, ahlakı bozulmamış birini

bulurum düşüncesiyle şeytanın henüz ayak basmadığını işittiğim bir

yöreye gittim.
Aradığım nitelikte bir köy buldum. Halk, Hazreti Adem’in cennetten

kovulduğunu henüz işitmemiş, cennet bahçesinde yaşamayı

sürdürüyormuş gibi yılanları öldürme ve öbür hayvanlara ad takma

uğraşındaydı. Burası Mount Nebo adında bir köydü. Kentucky, West

Virginia ve North Carolina eyaletlerinin birleştiği noktada -ne o? Bu

eyaletlerin ortak sınırı yok mu, dedin. Peki… anladın ya o yakınlarda

işte!..
Vergi toplama görevlisi olmadığımı kanıtlamak için bir hafta uğraştıktan

sonra aradığım adam hakkında belki bir bilgi edinirim diye köy

kabadayılarının geldiği kahveye gittim.
Burun buruna verip konuştuktan ve kuru elma varilinin çevresine

dizildikten sonra:
– Baylar, dünyada, hile ve dolabın buradan daha az girmiş olduğu bir

yer bulunacağını hiç sanmıyorum. Bütün kadınların cüretli ve uygun,

bütün erkeklerin namuslu ve becerikli oldukları bu yörede yaşam bir

cennettir. Burası bana Goldstein’ın (1) “Bırakılmış köy” adındaki yazısını

anımsatıyor.

I’ll fares the land, to hastening ills a prey:
What art can drive its chorms away;
The judge rode slowly down the lane mother;
For I’m to bethe queen of May.
Dükkân sahibi:
– Hakkınız var Mister Peters, genel tanıya (1) oranla toplum yaşamı

köyümüzdeki kadar doyumlu (2) olan bir yer yoktur. Fakat Rufe

Tatum’la tanışmadınız galiba, dedi. Köyün polisi:
– Ne münasebet; nereden nereye diye söze karıştı. Rufe, mırdar

ağacında (3), asılmaktan kurtulan en amansız hayduttur. Bak şimdi

aklıma geldi. Onu önceki gün özgür bırakmam gerekti, Yance

Goodloe’yi öldürmekten aldığı otuz günü doldurdu. Ama bir iki gün ek

Rufe’a vız gelir, dedi.
– Hadi canım, köyünüzde de böyle kötü birinin bulunabileceğine

inanmam doğrusu, diye yanıtladım.
Dükkân sahibi:
– O bir şey değil, dedi. Daha kötü bir yanı var; domuz çalıyor.
Bu Mister Tatum’u arayıp bulayım, diye düşündüm. Özgür bırakıldıktan

bir iki gün sonra kendisiyle tanışarak köyün dışına çağırdım. Bir kütüğe

oturup iş üzerine konuştuk. Bir perdelik bir iki dolap çevirmek

niyetindeydim. Doğal olarak, bir taşralı rolü oynayacak bir ortağa gerek

vardı. R. Tatum bana bu rol için yaratılmış gibi geldi. Filmde, Eliza’nın

batmasına engel olan Fairbanks nasıl o rol için yaratılmışsa, R. Tatum

da bana, tasarladığım o köylü rolü için dünyaya gelmiş gibi geldi. Vücut

olarak baş altında güreşenler kadardı. Gözleri mavimsiydi. Şöminenin

üzerinde duran ve Harriet halanın çocukken oynadığı küçük çini köpeğin

bakışlarını andırıyordu. Saçları Roma’da Vakıfhan’daki (1) denk atıcısı

(2) yontusunun saçları gibi azıcık dalgalı olup renkleri salonlarda soba

delikleri üzerine asılan günbatımı resimlerini andırıyordu; “Grand

Canyon”da da günbatımı, altında “Amerikalı bir sanatçı tarafından

yapılmıştır” yazısı bulunan tablonun rengindeydi. Evet, Tatum katıksız,

tam bir köylüydü. Vodvildeki tek kanatlı pantolon askısı ve kulaklarına

kadar geçirilmiş bir şapkayla -yani yapmacık- bir köylü giyimiyle bile

görseniz, gerçekten köylü olduğunu hemen sezerdiniz. Amacımı

anlattım. Onu önerimi hemen kabule hazır buldum.
– Adam öldürme gibi hafif suçunu bir yana bırakalım, asıl

karmanyolacılık alanında önerdiğim işe uygun olduğunu kanıtlamaya

yarar ne yaptığını söyle bakalım, dedim.
Güneylilere has şivesiyle ağzını yayarak:
– Ne…? İşitmedin mi? Blue Ridge’de, bir domuz yavrusunu, benim gibi,

görülmeden, işitilmeden, yakalanmadan aşıracak beyaz, kara tek bir

insan yoktur. İster gece, ister gündüz olsun, yavruyu kümes demem,

bahçe ve balkon demem, çayır koru demem, nereden olsa “gık”

dedirtmeden kaldırırım. Bütün iş tutuş, taşıyış biçimindedir. Bir gün,

domuz hırsızları arasında dünya şampiyonu olarak tanınacağımı

umuyorum.
– İnsanın az çok bir tutkusu olması çok güzel. Mount Nebo’da domuz

hırsızlığı uygun düşebilir. Fakat dış dünyada “Bay State Gas” şirketi gibi

önemsiz bir şirketin pay senetleriyle oynamak türünden pek kaba bir iş

sayılır. Ama, işe uygunluğunu kanıtlamak  bakımından yeter, ortak

olabiliriz. Bende nakit para bin dolar var. Senin o avanak taşralı

görünüşünle, para piyasasının saygınlığı yüksek binliklerinden birkaç pay

senedi daha edinebiliriz.
Rufe’u kuyruğuma takarak Mount Nebo’dan ayrıldım. Vadiye indik.

Yolda yeni ortağıma tasarladığım dolapları, oynayacağı rolü

öğretiyordum. Florida kıyılarında iki ay keyif çatmıştım. Artık yeniden

çalışmaya başlamak için sabırsızlanıyordum. O kadar çok yeni

marifetim vardı ki, torba yetmiyor, çuvala gerek oluyordu. Amacım

Middle West’e (1) bir baca biçiminde dalıp 9 mil genişliğinde bir yol

açmaktı. Fakat Lexington’a varınca Binkley Kardeşler Sirki’ne rasladık.

Ortalık çarıklı kurmaylarla dolmuştu.
Ev yapısı çarıklarını kentin tahta kaldırımlarında safdilce ve uzayıp giden

bir mahkeme oturumu gibi sürüyen köylüleri gördüm mü dayanamam,

beş on kuruş edinmek için balonun hava vanasını çekip hemen aşağıya

inerim. Bunu düşünerek sirk yakınlarında Beevy adındaki bir dulun

evinde iki oda kiraladım. Rufe’u bir hazır giysiciye götürerek kılığını

baştan aşağıya değiştirttim. Düşündüğüm gibi, bu hazır kent giysileriyle

tam bir özenti görünüşü almıştı. Dükkân sahibi Misfitzsky’nin yardımıyla

onu tam benzetmiştim. Yeşil çizgili açık mavi bir giysiye bej rengi şık bir

yelek, kırmızı bir kravat yakıştırmış, sonra da kasabada bulunan en açık

sarı ayakkapları giydirmiştim. Köyde giydiği o çizgili kundak taklidi

takımla taratorlu garnitüre benzeyen gömleği dışında, Rufe yaşamında

ilk kez böyle bir giysi giyiyordu. Bu kılıkla yeni bir burun halkası takmış

Afrikalı bir zenci gibi utangaç bir görünüş almıştı.
O akşam sirkin çadırlarının bulunduğu yere giderek küçük çapta bir “bul

papazı, al papeli”ye başladım.
Rufe bahsi kızıştırmakla görevliydi. Ona bahse yatırmak için bir miktar

para verdikten sonra kazançlarını ödemek üzere çekmeye bir miktar

sahte kayme de koydum. Güvenmediğimden değil ha! Gerçek para

görünce papazı kendi zararıma, yani kaybettirecek biçimde

oynatamam da ondan.. ne zaman denesem parmaklarım grev ilan

eder.
Küçük masamı kurarak parayı kazandıran bezelyenin hangi topun

altında olduğunu bilmenin ne kolay olduğunu göstermeye başladım.

Okur yazmaz andavallar çevremde halka olarak bahse katılmak için

birbirlerini itip kakmaya başladılar. Rufe’un beş on dolarla ortaya

atılarak işi kızıştıracağı sıra gelmişti. Fakat görünürde yoktu. Bir iki kez

ağzı şekerle dolu, sağa sola bakınırken görmüştüm. Ama bir türlü

yaklaşmadı.
Kalabalık bir iki vurdu ama işi kızıştıracak biri olmadan çalışmak, yemsiz

balık avlamaya benzer. Oyunu pek sıkıntısız kazanılan kırk iki dolarla

kapattım. Oysa çarıklılardan hiç olmazsa iki yüz dolar avlamayı

düşünüyordum. Eve on birde döndüm ve derhal de yattım. Sirkin

konserle ve öbür ayrıntılarıyla Rufe’a, kendini unutturacak kadar çekici

göründüğünü düşünerek ertesi gün bizim andavallıya genel iş ilkeleri

üzerine bir söylev geçmeyi tasarladım.
Uyku tanrıçası her iki omzumu da çarşafa yapıştırmak üzere bulunduğu

bir sırada evi baştan başa ayaklandıran münasebetsiz bir çığlık duydum.

Yeşil elmadan sancılanan çocuk iniltilerini andıran bir haykırmadır

gidiyordu. Kapımı açarak dula seslendim:
– Madam Meevy, çocuğunuzun ağzını tıkasanız iyi edersiniz.
Namuslu insanlar uyuma olanağını bulup hak ettiği gibi dinlenmek ister.
Ev sahibim:
– Bağışlayın, bayım. Bağıran benim çocuğum değil, dostunuz Mister

Tatum’un birkaç saat önce odasına getirdiği domuz. Dayı mı, kardeş

mi, yeğen mi ne oluyorsan kendin gidip susturursan sevinirim, dedi.
Toplum için görgü gereği giyilmesi gereken bir şeyler giyerek Rufe’un

odasına gittim. Kalkmış, lambasını yakmış, yerde duran teneke kabın

içine, viyak viyak bağıran küçük, kirli beyaz bir domuz yavrusu için süt

döküyordu.
– Bu da ne? diye sordum. Bu akşamki rolünü kediye yüklettin. Oyunu

berbat ettin. Şimdi de bu domuz yavrusu ne oluyor? Ortaklıktan

vazgeçtinse haber ver.
– Hoş gör kardeş. Domuz hırsızlığına alışkanlığımı biliyorsun. Bu işin

tiryakisi olduk. Bu akşam güzel bir fırsat çıkınca kaçırmak istemedim.
– Sende domuz çalma hastalığı var. Domuz çevresinden uzaklaşınca

umarım daha yüksek düşünceler üzerinde durur, daha kazançlı

dalaverelerle akıl yorarsın. Böyle pis, cırtlak, budala bir yaratık

yüzünden namusunu nasıl olup da lekelemeye razı olduğuna şaşıyorum

doğrusu, dedim.
– Jeff, kardeşim, sen bunları anlamazsın. Benim gibi domuz yavrularına

sevgin yoktur. Kanımca bu yavru sıradan olanın üstünde bir mantık ve

zeka gücüne sahip! Biraz önce odanın bir köşesinden öbür köşesine

kadar arka ayakları üzerinde yürüdü, diye yanıt verdi.
– Vallahi ben yatıyorum. Sen dostunun o zeki kafasına bu kadar gürültü

yapmaması gerektiğini sokmaya çalış. Bakalım alacak mı, dedim.
Rufe:
– Acıkmış, şimdi susar, uyur, yanıtını verdi.
Bir basımevinin yakınlarında bulunduğum sürece taş baskısı mı, çağdaş,

silindirli bir makineden mi çıkma olduğuna bakmam, sabah gazeteleri ne

olursa olsun okurum.
Ertesi sabah erkenden kalktım. Lexington’un günlük gazetesini kapının

önünde dağıtıcının attığı yerde buldum. Birinci sayfada gözüme ilk

çarpan şey, iki sütunluk bir ilan oldu. Şöyle yazıyordu:

BEŞ BİN DOLAR ÖDÜL

Dün akşam Binkley Kardeşler Sirki’nin garip yaratıklar çadırından Beppo

adındaki küçük domuz yavrusu kaçmış veya çalınmıştır. Avrupa’da

eğitilmiş olan yavruyu sağ ve esen getirene hiçbir soru sorulmadan beş

bin dolar verilecektir.
Geo. B. Fabley
Yönetici
Sirk Alanı
Gazeteyi hemen katlayıp iç cebime attım. Rufe’un odasına çıktım.
Giyinmiş, domuza artan sütle birkaç elma kabuğu veriyordu.
Dostça ve neşeli neşeli:
– Merhabalar, kalktık demek. Domuzcuğumuz da kahvaltı ediyor.

Kuzum Rufe, yavruyu ne yapmak niyetindesin, dedim.
– Kafese koyup Mount Nebo’ya, anneme yollayacağım, ben yokken

ona yoldaşlık eder.
Arkasını okşayarak:
– Güzel, çok güzel bir yavru, dedim.
Rufe:
– Ama dün akşam söylemediğini bırakmadın.
– Sen ona bakma, bu sabah gözüme güzel göründü. Çiftlikte

büyüdüğüm için domuzları severim. Taşrada güneş batar batmaz

yattığım için lamba ışığında hiç görmemiştim. Sana bir önerim var.

Yavruyu on dolara alırım.
– Satmaya niyetim yok. Başka bir domuz olsaydı satardım, ama bunu

satmam, yanıtını verdi.
Bir şeyler bildiğinden korkarak:
– Niye satmıyorsun? dedim.
– Çünkü bu bana yaşamımın en büyük başarısını tattırdı. Bu işi benden

başka kimse başaramazdı. Eğer bir gün bir yuvam olur, çoluğa çocuğa

karışırsam oturup babalarının bir sirk dolusu insan önünden bir domuz

yavrusunu nasıl çaldığını anlatacağım. Belki torunlarıma da anlatmak

nasip olur. Çocuklarımın babalarıyla övünmelerine bir vesile olacak. Bak

anlatayım, birbirine açılan iki çadır vardı. Bu yavru bir sehpanın üzerinde

zincirle bağlı duruyordu. Öbür çadırda dev gibi biriyle, saçları kar gibi

ağaracak kadar yaşlanmaya uygun sağlıklı bir kadın vardı. Yavruyu

yakaladığım gibi gık dedirtmeden çadırın altından sıyrıldım, ceketimin

altına yerleştirdikten sonra karanlık bir sokağa varıncaya kadar renk

vermeden belki yüz kişinin yanından geçtim. Satmaya hiç de niyetim

yok, vallahi anneme göndereceğim. Başarımı gösterecek bir kanıt

olarak saklasın, dedi.
– Bunayıp ocak başında palavracılığa başlayıncaya kadar yaşamaz,

yapamazsın. Torunların sözüne inanmakla yetinmek zorunda

kalacaklardır. Satarsan yüz dolara alırım, dedim.
Rufe şaşkınlıkla baktı.
– Bu kadar etmez.. niçin istiyorsun? diye sordu.
Sevimli sevimli gülümseyerek:
– Bana gelişigüzel baktığın zaman yaradılışımın bir de sanatçı yanı

olduğunu fark edemezsin, değil mi? Ama zayıf bir yanım var. Domuz

koleksiyonculuğu yaparım. Ender domuzları ele geçirmek için dünyayı

alt üst ettim. Wabash vadisinde bir domuz otlağım var. İçinde her

türlüsünü bulabilirsin. Seninki bana cins gibi görünüyor. Gerçek

Berkshire galiba. Onun için istiyorum, dedim.
Rufe:
– Seni hoşnut etmek isterdim, ama ne çare ki benim yanlışımın da (1)

sanatçı bir yanı var. Bir domuzu herkesten daha büyük bir beceriyle

çalmak sanat değil de nedir? Domuzlar benim için bir tür esin

kaynağıdır. Dehama besin olan esin kaynakları. Özellikle bu. Vallahi 250

dolara bile satmam, yanıtını verdi.
Alnımın terini silerek:
– Beni dinle, diye başladım. Bu domuzla ilgilenişim ticari değildir. Sanat

kaygısına düşmüş bulunuyorum. Hatta sanattan da çok felsefi bir

amacım var. Bir domuz uzmanı ve yetiştiricisi olarak bu Berkshire’ı

koleksiyonuma eklemeyecek olursam dünyaya karşı olan görevimi

yerine getirmemiş bulunacağım. Yavruya, gerçek değerinden dolayı

değil domuzların insanlığın dostu ve insan türünün vekili olmaları

nedeniyle beş yüz dolar veriyorum.
Bizim domuz tutkunu:
– Jeff, bu işte benim için söz konusu olan para değil, duygudur, diye

karşılık verdi.
– Yedi yüz dolar, dedim.
– Sekiz yüz yap da yüreğimdeki duyguyu söküp atayım, diye yanıt

verdi.
Elimi iç cebime daldırarak para kesemi çıkardım. Kırk adet yirmi dolarlık

saydım.
– Yavruyu alıp kahvaltımı bitirinceye kadar odama kilitleyeceğim, dedim.
Arka ayağından yakalayınca sirkteki yaban ördeği gibi öyle bir bağırdı ki,

Rufe:
– Bırak ben götüreyim, diye işe karıştı.
Kolunu beline sardıktan sonra öteki eliyle de ağzını tıkadı. Domuzu

odama kadar uyuyan bir bebek gibi gık dedirtmeden götürdü.
Çeyizini sattıktan sonra sancılanmış gibi bir hal alan Rufe, kahvaltıdan

sonra Misfitzky’ye gidip şık bir çift eflatun çorap almak istediğini söyledi.

O gider gitmez, beni, duvar kâğıdına sürdüğü tutkalın kurumasından

korkan tek kollu bir adam gibi bir telaş aldı. Yaşlı bir zenci buldum. Bir

yük arabası kiraladım. Domuzu bağlayıp bir çuvala tıktıktan sonra sirkin

yolunu tuttuk. George B. Fabley’i buldum. Penceresi açık bir çadırda

oturuyordu. Şişman, açıkgöz biriydi. Başına siyah bir takke geçirmişti.

Kırmızı kazağının göğsünde dört kıratlık bir elmas parlıyordu.
– George B. Fabley siz misiniz? diye sordum.
– Ben olduğuma bahse girerim, dedi.
– Bende, yanıtını verdim.
– Sende olan ne? diye sordu. Asya kobrasına verdiğimiz fareler mi,

yoksa kutsal camıza yedirdiğimiz alfalfa mı? dedi.
– Hiçbiri: Eğitilmiş domuz; Beppo … bende, arabanın içinde, çuvalda. Bu

sabah evimin ön bahçesinde çiçekleri yerken buldum. Eğer mümkünse

beş bin doları büyük para olarak isteyeceğim, diye karşılık verdim.
George B. çadırın iki yanına sürtünerek çıktı. Kendisini izlememi söyledi.

Küçük çadırlardan birine girdik. Kapkara bir domuz gördüm. Boynunda

kırmızı bir kurdele bağlıydı.Otlara uzanmış birinin verdiği havuçları

yiyordu.
G.B.
– Mac… bizim ünlü Beppo’nun bu sabah keyfi yerinde, değil mi? diye

bağırdı.
Mac:
– Hem de nasıl.. sabahın saat birinde acıkan revü kızı gibi iştahı yerinde,

diye yanıtladı.
Fabley bana dönerek:
– Bu parlak buluş nereden? Dün akşam domuz pirzolasını fazla kaçırdın

galiba, dedi.
Gazeteyi çıkararak duyuruyu gösterdim.
– Sahte, haberim yok… Dörtbacaklılar dünyasının harikası olan

olağanüstü yavruyu kendi gözünle gördün. Evet, çalınmadan,

kaçmadan, olağanüstü bir duyarlılıkla kahvaltısını ettiğini kendi gözünle

gördün. Güle güle, dedi.
Anlamaya başlamıştım. Arabaya bindim. Ned amcaya en yakın sokak

ağzına çekmesini söyledim. Domuzu çıkardım, sokağın karşı tarafının

uzaklığını iyice hesaplayıp gerisine doğru dikkatli bir nişan aldıktan sonra

tekmeyi yerleştirdim. Çığlık çığlığa sokağın öbür yanına kadar tekerlenip

gitti.
Ned amcaya elli santimi ödedikten sonra, gazete yönetim yerine

yürüdüm. Gerçeği açıklayan o soğuk sözleri kendi kulağımla işitmek

istiyordum. İlancıyı pencereye çağırdım.
– Bahse girdik. Onun için öğrenmek istiyorum. Dün akşam bu ilanı

veren kişi kısa boylu, şişman, tahta bacaklı, kara bıyıklı biri değil miydi?

diye sordum.
Karşımdaki:
– Hayır, sırık gibi, bir sekseni aşkın, mısır püskülü saçlı, konservatuar

zıpırları kılıklı biri, yanıtını verdi.
Yemek zamanı gelince Misis Peevy’nin pansiyonuna döndüm.
– Mister Tatum gelinceye kadar çorbasını sıcak tutayım mı? diye sordu.
– İstersen bir dene. Dünyanın göbeğindeki bütün kömür stoklarını yakıp

bitirinceye, bütün ormanları biçtirip yakıncaya kadar beklesen işe

yaramaz, dedim.

*  *  *

Jeff:
– İşte dostum, görüyorsun ya, doğru, hakbilir bir ortak bulmak ne

kadar güçtür, diye sözünü bitirdi.
Eski tanışıklığın verdiği rahatlığa güvenerek:
– Bu kuralı iki yana da uygulamak gerekir. Eğer ödülü ikiye bölmeyi

önerseydin belki… diye başladım. Fakat Jeff’in ağırbaşlı çıkışı karşısında

sustum.
– Her iki yana aynı ilkeyi teşmil uygulayamayız, dedi. Benimki kurullara

uygun ve dürüst bir spekülasyon girişimiydi. Ucuza al, pahalıya sat. Wall

Street aynı şeyi yapmıyor mu? İster öküz, ister ayı, ister domuz olsun,

fark eder mi? Boynuza ve posta izin var da, kıla yok mu?

Yorumunuzu Yazınız

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir