HEP MUTLU OL
Yaşlı adam da o büyük elleriyle
Mustafa’nın sırtını sıvazladı…
Terminale girdik. Otobüsümüz büyük arı kovanında kendi peteğini buldu. Yine davul zurna sesleri karşıladı bizi. Bu yörenin çocukları da, ülkemizde bayrağımızın dalgalandığı kim bilir nerelere yolcu ediliyorlardı. Döndüm yanımdaki delikanlıya; “Bak oğlum!” dedim. “Öteki Mustafalar da senin memleketine gidiyorlar.” Beni duymadı bile. Büyülenmiş gibi sesleri dinliyor, halay çekenleri seyrediyordu. Kaptan şoförümüz bizi sağ salim ulaştırmanın gururuyla kapının önünde heybetle durdu. Yolcular kendisine teşekkür ederek tek tek indiler. O da “Seyahatlerinizde bizim firmamızı seçerseniz memnun oluruz.” dedi. Muavin Fatih, numaralarımızı kontrol ederek çanta ve bavullarımızı verdi. Ayrılık vakti gelmişti.
Gençler sessiz sedasız aldılar eşyalarını. Otobüsteki yaramazlıklarından eser kalmamıştı. Bu durgunluğu onlara yakıştıramamıştım. Kendi kendime söylendim: “Çocuklar neşe saçıyorlar, kızıyorsun, sakinleşiyorlar yine kızıyorsun! Ne yapsalar beğenmiyorsun Metin!”
Karadenizli ile arkadaşı görülmeye değerdi. Birbirlerine adresler, numaralar veriyor, el sıkışıyorlardı. İkisinin de yüzü gülüyordu. Sarıldıklarını bile gördüm.
Gürbüz Bey ve Nermin Hanımın ellerini sıktım. Bu yolculuğun, benim hatıralarımda ayrı bir yeri olacağını söyledim. Aynı içten cümlelerle karşılık verdiler. Mustafa bu akşam benim misafirim olacak, onu götürüyorum dedim. Bu arada delikanlı, aldığı telefon numaralarını özenle cüzdanına yerleştiriyor, bir öğretmene, bir yaşlı adama bakıyordu. Onlar da kısa sürede çok sevdikleri bu genç askeri, duygu dolu gözlerle süzüyorlardı. Mustafa önce Nermin Hanım’ın elini öptü. Sıcacık, içten, yürekten bir öpüş. Öğretmen hanım da onun kırmızı yanaklarına kondurdu dudaklarını. Gözlüğü biraz kaydı. Sarı saçı yine önüne düştü. Çantasından Mustafa’nın verdiği papatyaları çıkardı. Bir anne şefkatiyle konuştu:
–Bu çiçekleri kurutup saklayacağım. Sana karşı yüreğimde oluşan sevgi ise hiçbir zaman kurumayacak. Sen hep gül, hep mutlu ol delikanlı.
Mustafa başını öne arkaya salladı. Cevap veremedi. Sonra Gürbüz Beyin ellerini öptü. Yaşlı adam da o büyük elleriyle Mustafa’nın sırtını sıvazladı:
–Sana dua edeceğim oğlum. Gerçi seferberlik yaşımı nerdeyse ikiye katladım; ama çağırırlarsa, bakarsın omuz omuza askerlik yaparız seninle. Allah sevdiklerine kavuştursun.
Mustafa yine cevap veremedi. Vermek istiyordu da veremiyordu işte! Gülümsedi. Isırdığı dudaklarının arasından belli belirsiz bir “Amin!” çıktı. Yanımızdan ayrıldılar. Kendilerini evlerine götürecek servis aracına doğru gittiler. Delikanlı arkalarından baktı. “Beni ziyarete geleceklermiş, söz verdiler.” dedi.
Ben de oğlumla anlaşmıştım. Karşılamaya gelecekti. Şimdi burada olmalıydı. Cep telefonumu çıkardım. Tam numaralara dokunurken bir el kapattı gözlerimi. Ondan başkası olamazdı. “Bırak muzipliği haylaz!” dedim. Elimi öptü. Sarıldık. Mustafa’yla tanıştırdım. El sıkıştılar. “Bu akşam misafirimiz olacak.” dedim. “Memnun oldum; ama acele edelim baba, arabayı kötü yere park ettim!” dedi. Hızlı adımlarla ilerledik. Emektar arabamın başında bir trafik polisi vardı. Ceza kesmek üzereydi. Yetiştik. “Bir dahaki sefere affetmem, plakanızı aldım.” dedi. Önce içimden kızdım. Sanki ne olacaksa, birkaç dakikadan ne çıkacaksa dedim. Sonradan hak verdim memura. Bizim gibi bir çok insan, birkaç dakikadan ne çıkar ki düşüncesiyle arabasını gelişigüzel sağa sola bıraksa felç olurdu trafik. Görevini yapıyordu yani. Teşekkür edip, yola koyulduk.
Eve telefon ettim. Kızım çıktı. Sesini duymak her zaman ki gibi güzeldi. Burhan’la buluştuğumuzu, yanımızda bir misafir olduğunu ve eve doğru geldiğimizi, haber verdim. Bir şeye ihtiyaç olup olmadığını sordum. Sadece ekmek istediler.
Aslında bir amacım da eve habersiz misafir getirmiş olmamak içindi. Malum ev hali! Hanımlar titizdir, misafire hazırlıksız yakalanmak istemezler. Ortalığa biraz çeki düzen vermek için zamana ihtiyaçları vardır.
Mahallemize girince rahmetli Ali Amcanın mütevazı bakkal dükkânının yerine kurulan süper marketten aldık ekmeği. Delikanlıya “Bir isteğin var mı?” diye sordum, “Sağolun, yok!” dedi.
Eve girişimiz, Mustafa’yı tanıştırmam, güzel bir yemek ve yorgunluk kahvelerini yudumlayışımız, iki saati buldu. Koltukların üzerinde yine kaykılarak oturmuş, ordan burdan konuşuyor, ara sıra da televizyon izliyorduk.
Televizyon, her yaştaki insanın bilgi dağarcığının gelişmesine türlü faydalar sağlıyordu. Dünyaya açılan penceremizdi. Etrafımızda her olup biteni en kısa zamanda ulaştırıyordu bize. Çünkü en kıyı köşedeki kasabaya, köye bile rahatça girebiliyordu.
Ne yazık ki işin bir de başka yönü vardı! Bu sihirli kutunun her gün saatlerce tutsağı olup, seyredeceği kanal ve programa dikkat etmeyenler; okumayı, sohbet etmeyi, ziyareti ve komşuluğu unutuyorlardı.
Gazetede okumuştum. Bir köşe yazarı vaktini boşa geçirenlerin haline acıyor ve onlara şöyle sesleniyordu; “Çoğu insan, günde dört saatten fazlasını televizyon karşısında geçiriyor. Oysa her insanın severek yapabileceği başka bir iş vardır. Yeter ki amaç iyi tespit edilsin. Hangi konunun üzerine uzun zaman ve kendini adayarak gidersen, o konunun uzmanı olursun. İlgilendiğin konuya her gün iki saat ayırdığını düşün. Bu, haftada on dört, yılda yedi yüz yirmi sekiz, on yılda iki bin iki yüz seksen saat eder. Günde dört saat ayırırsan, on yılın sonunda on dört bin beş yüz altmış saat yapar. Bir düşün, bu kadar yatırımla neler neler yapılabilir!”
Kızım Nurhan’ın elinde resimler vardı. Biraz sonra ona oğlum da katıldı. Mustafa’nın otobüste bize göstermeye kıyamadığı fotoğraflardı bunlar. Nasıl olmuşsa, benimkiler onu ikna etmişti. Birbirlerine akran olduklarından anlaşmaları daha kolay olmuştu belki de! Biraz önce kütüphanemdeki kitapların çokluğuna şaşırarak bakan Mustafa, şimdi onlara birer birer resimleri gösteriyor ve bir şeyler anlatıyordu.
Biz de hanımla kanalları dolaşıyorduk. Gerçi bunun adına artık zaplama diyorlardı ama biz hanımla böyle kelimeleri içimize sindiremiyorduk! Bir yarışma programı yakaladık. Tok sesli sunucu, şık giyimli üniversite öğrencisi kızımıza sordu; “Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’nin ilk cümlesini söyleyiniz?” Kız düşündü, düşündü! Cevap yok! Sunucu hatırlatmalar yapıyor, ipuçları veriyordu. Biz de yerimizde duramıyor, “Haydi söyle kızım, hadi söyle!” diye yalvarıyorduk. Olmadı, cevap veremedi. Ekranın karşısında yıkıldım sanki. Hanımla birbirimize bakakaldık. Eşim gençlere döndü; “Çocuklar, Gençliğe Hitabenin ilk cümlesini hatırlıyor musunuz?” dedi. Soruya pek anlam veremediler; ama resimleri bırakıp üçü de neredeyse aynı anda cevapladı onu; “Ey Türk Gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir…”
Televizyondaki yarışmacı bu defa da Anıtkabir’le ilgili bir soruda takılmıştı. Konuyla ilgili görüntüler vardı ekranda. Nihayet doğru cevabı buldu. O anda bir istek belirdi içimde. Ankara’ya yaklaştığımızda kendini çok uzaklardan belli eden Anıtkabir’e imrenerek bakmıştı Mustafa. Gündüz güzel; gece de bir başka güzeldi. Evimiz de yakın semtteydi. “Hadi bakalım, kalkın. Size dondurma ısmarlayayım. Mustafa’ya da Anıtkabir’i gösteririz.” dedim. Oğlum, imalı gülüşlerine bir yenisini ekledi ve bana döndü:
–Senin canın dondurma istiyor galiba baba. Anıtkabir bu saatte ziyarete kapalı, bilmiyor musun?
Doğru söylüyordu. Ama söz ağzımdan çıkmıştı bir defa. Babalık otoritem ağır bastı:
–Ben bilmiyor muyum kapalı olduğunu Burhan? İçine girmeyeceğiz ki! Şu güzel havada yürürüz biraz. Dolaşır, hava alırız. Haydi tembel olmayın.
Her ne sebeple olursa olsun, gezmeye meraklı kızım ve eşim hemen kalkıp hazırlandılar. Mustafa zaten istiyordu. Burhan da odasına gidip, gömleğini, pantolonunu değiştirdi. Tam çıkmak üzereyken askerimize döndüm:
–Haydi bir telefon et memleketine. İyi olduğunu duysunlar, merak etmesinler seni.
Bunu söylerken evin telefonunu ona uzatmıştım bile. Hayır demesinin çözüm olmayacağını anlamıştı. Aldı ve çevirdi numaraları. Biz kapının önünde ayakkabılarımızı giyerken, o konuştu. Telgraf gibi kısacık birkaç cümle duyduk:
–Anacım, ben Mustafa… Ankara’dayım… İyiyim… Senin de babamın da ellerinizden öperim… Zeynep’e selam söyleyin… Beni merak etmesin…
NE YAPSAN NAFİLE
Bazen bir gün birkaç ay gibi geliyor. Bazen de aylar bir güne sığıyor…
Çıktık. Yakındı yol. Arabayı park ettik. Hanım ve ben önde, gençler arkada güzel havada yürüdük. Çok da iyi geldi. Geçenlerde koşmaya kalkmış, ayağımı burkmuştum. Doktorum nasihat etmiş, “Metin Bey, siz artık delikanlı değilsiniz. Sağlıklı bir yaşam için spor elbette çok önemli; ama siz yürüyün yeter!” demişti. Güzel bir pastanede oturduk. Cam kenarını ben kaptım. Anıtkabir’in tam karşısıydı. Işıkları nerdeyse masanın üzerine vuruyordu. Küçük, sevimli bir yerdi. Kim ne istediyse getirdi garson. Mustafa, nöbet kulübelerindeki askerleri işaret ederek sordu:
–Metin Ağabey, hiç yorulmuyorlar mı bunlar? Öyle dimdik duruyorlar.
–Daha bunda ne var Mustafa. Bu sıradan bir faaliyettir. Sen şimdi acemiliğini yapacaksın. Kim bilir nerede geçecek usta birliğin. Burhan dağlardaydı aylar boyunca. Botunu ayağından çıkarmadığı günler çok olmuş. Anlatsana oğlum, niye beni konuşturuyorsun?
–Ne konuşayım ki?
Burhan dondurmasını kaşıklamaya devam ederken, askerlik yaptığı yerlere şöyle bir gidip geldi. Uzanıp sırtını sıvazladım:
–Anlat işte oğlum.
–Anlatmakla biter mi baba? On beş ay işte! Hiç bitmez diyorsun başladığında. Sonra bir bakıyorsun ki su gibi geçmiş. Hayatın gerçeklerini acısıyla, tatlısıyla yaşıyorsun. Bazen bir gün, birkaç ay gibi geliyor. Bazen de aylar bir güne sığıyor.
Elindeki kaşığı bıraktı. Mustafa’nın omzuna dokundu;
–Mustafa, bak kardeşim! Güllük gülistanlık bekleme sakın. Yatmaya değil, askerlik yapmaya gidiyorsun. Alıştığın hayattan farklı bir ortam içinde bulacaksın kendini. Emir altına gireceksin. Öyle aklına her eseni yapamayacaksın. Bugün kıymetini bilmediğin pek çok şey, gözünde, burnunda tütecek. Ne kadar özenseler de analarımızın çorbasına benzemiyor içtiğimiz çorba. Bitmeyen eğitimler, koşturmalar, zor geliyor insana. Sen de yorulacaksın elbette. “Barışta ter dökmeyen, savaşta kan döker!” diye boşuna söylememişler. Zorlanacaksın ama sınırlarını geliştirmeyi de öğreneceksin. Sonra hava hep böyle sıcak olmaz. Yağmur yağar, kar bastırır, soğuktan tüfeğine yapışır ellerin. Ayakların donar, yürüyemezsin. Hele bazı geceler hiç bitmek bilmez. Uzar da uzar.
Mustafa’nın tavrı ve cevabı, bütün bunlara zaten hazırlıklıymış gibiydi:
–Sivilde de hayat çok farklı değil ki Burhan Ağabey. Ekmek aslanın ağzında! Öyle yan gelip yatarsan aç kalır, hiç doyuramazsın karnını. Odun kömür alamaz, donarsın soğuklarda. Akşam olunca çoluk çocuk ellerini dolu görmek ister.
Burhan, duymuyormuş gibi devam etti:
-Ordunun temel görevi, yurt savunması ama barış ortamında da milletinin emrinde ve yanındadır. Sosyal, kültürel, eğitsel, ekonomik her nasılsa işte vatandaşının arasında, çözümlerin tam ortasındadır.
Görev her yerden gelir; deprem olur asker koşar. Sel gelir asker koşar. Orman yanar asker koşar. Kolay değil vatanı, milleti korumak. Sana askerde unutamadığım bir anımı anlatayım .
17 Ağustos günü sabahı ülkeyi yasa boğan bir haberle uyandık. TSK vakit geçirmeden birlikler arasında görev bölümü yapmış. Komutanımız bizi öğlen toplayarak yeni görev yerimizin Gölcük ilçesi olduğunu, görevimizin enkazdan canlı insanları kurtarmak, deprem anında kendini dışarı atan insanlara, öncelikle iskan edecekleri yerleri düzenlemek ve iaşeyi sağlamak, en önemlisi de buradaki insanların moral motivasyonlarını düzeltmek olduğunu belirtti. Hazırlıklarımızı tamamlayarak Gölcük’e doğru yola koyulduk.
Gölcük’e girdiğimizde her yerin yıkılmış olduğunu gördük. Şehirde sağa sola panik halinde koşan insanlar, inleme sesleri, ağlamalar yükseliyordu. Bütün bu görüntüler moralimizi olumsuz etkilemişti. Askerdik ama duygularımıza zor hakim oluyorduk. Hepimizin tek bir isteği vardı o da enkaz altındaki canlı insanları çıkarmaktı. Her takıma ayrı bölgeler verildi. Bizim takım da diğer takımlar gibi büyük özveri ve disiplin içerisinde yılmadan çalışıyorduk. ilk gün canlı kalan insanlara ulaşmaya çalıştık. Önce canlı sonra cansız bedenlere ulaştık 4 ncü gün sonunda canlı insana ulaşma ümidimiz azalmıştı.
4 ncü gün çalışmaya erken başladık saat 10 gibi mola verdik. Susamıştık, yorulmuştuk. Artık canlı ümidimiz kalmamıştı. Takımdaki herkes durumu sessiz değerlendirirken birden Akın Çavuş ayağa fırlayarak “susun” diye bağırdı. Hepimiz Akın Çavuş’un yanına koştuk. Dikkatlice kulak verdik enkazın altından cılız bir ses geliyordu. Ardından komutanımız Yüzbaşı Hakan geldi. Aşağıdan gelen sesi o da duydu. Durumu değerlendirdi. Orda bulunan takım içinde en zayıf, en çevik olan bana enkaza girmemi ama dikkatli olmamı emretti.
Enkazın yüzeyinden bulduğum bir boşluktan aşağıya doğru inmeye başladım. Adeta tünelde ilerliyordum. Etrafta keskin kokular vardı ve nefes almakta zorlanıyordum. İçeri doğru;
-“Kimse var mı?” diye seslendim.
-“Buradayım” diye ağlamaklı bir ses duydum.
Duyduğum bu ses bana çok büyük cesaret vermişti. Sanki ses beni içeriye doğru çekiyordu. Elimde el feneri ile sürünerek sese doğru ilerliyordum ama bir türlü göremiyordum. Bir kere daha seslendim. Ve hemen araksından “buradayım amca”diyen küçük kızın sesini duydum. El fenerini sesin geldiği yöne çevirdim. Ve küçük kızı görmüştüm. Sürünerek yanına yaklaştım ve sonunda elini tutmayı başardım. Elleri titriyordu ve çok korkmuştu. 4 gündür ağzına bir şey koymamıştı. Bacağının üstünde çek yat bulunduğu için öylece oturmuş kurtulmayı bekliyordu. Çek yatı ayağının üzerinden kaldırıp onu kucağıma aldıktan sonra dikkatlice çıkışa yöneldim. Çıkışa yakın bütün takımın ve yüzbaşımın meraklı bakışlarını gördüm. Arkadaşlarımın yardımı ile enkazdan küçük kız ile birlikte çıkmayı başardık. Yüzbaşım küçük kızı kucaklayarak, ben içerde iken gelen ambulansa teslim etti. Dışarıda bekleyen halk, askerlere sarılıyor, “Helal olsun sizlere” diye haykırıyorlardı. Küçük kızın teyzesi bana sarıldı ve ağlamaya başladı. O zaman bende tutamadım ve ağladım.
Halkın bize yakınlığı ve güveni başta Yüzbaşımız olmak üzere hepimizi duygulandırdı. Türk Askeri olmaktan bir kere daha gurur duydum.
Mustafa’nın gözleri dolmuş ve dalmıştı. Burhan konuyu değiştirmek maksadıyla devam etti.
Bak Mustafa daha neler yapar Türk Ordusu dikkatli dinle!
İlçeleri, kasabaları, köyleri dolaşıyorlar. Okumak isteyen fakat imkanları sınırlı olan gençlerimize ulaşıyorlar. Onlara, karınca kararınca destek oluyorlar. Şimdilik sayı sınırlı elbette ama amaç çorbada tuz bulunsun. Okul formalarını, kırtasiye ihtiyaçlarını alıyor, onlara gönüllü rehber oluyorlar. Kendi bölgelerini ya da başka bölgeleri tanımaları için kültür gezileri düzenleyip ufuklarını açıyorlar. İhtiyaç sahibi vatandaşlarımıza sağlık hizmeti götürüyor, gıda ve yakacak yardımı yapıyorlar.
Engelliler için bir tekerlekli sandalyenin, bir işitme cihazının, bir koltuk değneğinin dünyaya bedel olduğunu biliyorlar. Asıl engelin yürekte olduğunun bilinciyle, temsili de olsa, onlara kısa süreli askerlik yaptırarak gönüllerini alıyorlar.
Köy sohbet toplantılarında, dünyanın gidişatı hakkında bilgi vermeyi unutmazlar. Toprağın işlenişine kadar, gübrelenmesine, hayvanların bakımına, sağlık kontrollerine kadar hemen her konuda yardımcı olurlar. Köylerin, içme suyu, yol, spor tesisi ihtiyaçlarını çözmeye çalışırlar. Okullara bakım yapar, okuma yazma kursları açar, kitap, harita, tahta, tebeşir, bilgisayar getirirler. Resmi nikahtan mahrum çiftlere bu fırsatı tanırlar. Sünnet düğünleriyle çocukları mutlu eder, bebeklere aşı, hastalara ilaç olurlar.
Mesleği öğretmenlik olan asker arkadaşlarımız, Mehmetçik dershanelerinde kısıtlı imkanları olan genç kızlara, delikanlılara, liselere, üniversitelere hazırlık kursları verirler.
Mustafa yine atıldı:
–Bizim komşunun oğlu Hüseyin’in, askerden döndükten sonra ziyaretine gittim. Teröristlerle çarpışırken vurulmuş, hafif aksıyordu; ama hiç aldırmadığını gördüm. Tedavi edip moral verdikleri bir merkez varmış. Orada çok iyi bakmışlar ona. Bütün personel arkadaş gibiymiş. Fotoğraflarını da gösterdi. Bu merkezde dans ederken çekilen ve gazetede çıkan bir resmini de çok beğeniyordu. Onu büyütüp, madalyasıyla beraber duvarına asmıştı. Bir yanında sarı saçlarıyla güzel bir hemşire kız, diğer yanında bir koltuk değneği. Üzerine de şöyle yazmıştı; “Ayağım değil, canım feda vatanıma!”
–Helal olsun bu arkadaşıma. Ordumuz da bu uğurda elini, kolunu, bacağını dağlarda, bayırlarda bırakan gazilerimizi ya da canlarını hiçe sayan şehitlerimizin yakınlarını sahipsiz bırakmıyor. Çünkü biliyor ki asker vurulunca değil, unutulunca ölür. İşte bu yüzden, ülkesi ve milleti uğruna canlarını feda eden şehitlerimizin, şehitliğe götürülüşlerinden, mezar taşlarına kadar yapılacak her ne varsa o eli öpülesi şehidin şanına yakışır şekil ve ciddiyette yapılıyor, yaptırılıyor.
Geride kalanlar da unutulmuyor tabi. Mutlaka oğullarının yeri tutulmuyor ama acılı fakat mağrur anne babanın maddi manevi tüm ihtiyaçları karşılanmaya çalışılıyor. Onlara, vatana feda olsun dedikleri oğulları yerine oğul, eşlerine ağabey, çocuklarına da kol kanat olunuyor.
Gazilerimizin de şifa bulup en kısa zamanda sağlıklı yaşama dönebilmeleri için ne gerekiyorsa yapılıyor. Bakım ve tedavileri olabilecek en üst seviyede yerine getiriliyor. Bu devlet, askerine vefa borcunu ödeyemeyeceğini biliyor ama çaresiz bırakmamayı, ele güne muhtaç etmemeyi de biliyor.
Burhan’ın şefkat dolu yüreğinden geçenler, dudaklarında şekillenmeye devam etti. Annesi şimdi kesin aklından, “iyi ki doğurmuşum oğlumu” diye geçiriyordur diye gülümsedim. Devam etti anlatmaya;
–Çıkar üç beş yalancı; basit ve uydurma senaryolarla moralini bozmaya kalkar. Zamanında atışmıştır askerde birisiyle, bunu bütün camiaya mal eder. Küfür, dayak gibi insana yakışmayan ve asla onaylanamayacak tuzaklara düşen bir iki yanlış insanı örnek gösterip büyüttükçe büyütür. İşte böyle durumlarda aklımızı, tek vücut olmaya adanmış inancımız korur. Bu inanç döner dolaşır; ama hep içimizdedir. Hiç terk etmez bizi. Çünkü sağlamdır temeli, dayanıklıdır. Her yiğidin harcı değildir onu sarsmak.
Dalıp gitmişti oğlum. Belki de şimdi, askerde kendisine verilen takdir belgelerini düşünüyor, nedenlerini hatırlıyordu. Çerçeveletip odasına asmış, gözü gibi bakıyordu onlara. “Hepsinin de ayrı bir hatırası var!” derdi. İşte şimdi fırsatını bulmuş anlatıyordu bu hatıraları:
–Silah arkadaşlığı bambaşkadır. İçtiğiniz su bile ayrı gitmeyecek. Kendi öz kardeşinden ayırt edemezsin onları. Bir elin parmakları gibi işte. Aklından geçeni okursun. Ne istiyor, ne derdi var, hiç konuşmadan anlarsın.
Komutanlar askerlerini vatan savunması için yetiştirip hazırlarken, saçlarının bir teline bile zarar gelmesini engellemeyi görev bilirler. Aldıkları yıllar süren eğitimin asıl amacı da budur.
Bak bunla ilgili gerçek bir olayı arkadaşım Murat’ın ağzından anlatayım sana :
–İç güvenlik görevini icra ederken helikopterler birliği uygun bir yere bırakmışlar. İnilecek yer alçak ve düzmüş. Etrafta da oldukça terörist varmış. Bu yüzden birlik teröristlerin etkili atışı ile karşılaşmış. Kurşunlar Bölük Komutanı Yüzbaşı Uğur’un etrafına düşmeye başlamış. Tam bu sırada Uğur Yüzbaşı’nın yanındaymış Murat ve kendine bir mevzi bulmadan komutanının önüne çöküp ateş etmeye başlamış. Uğur Yüzbaşı bu durumdan huzursuz olmuş. Çok sevdiği Er Murat açık hedef olarak kendi önünde durmaktaymış, Uğur Yüzbaşı tereddüt etmeden yere yatmasını emretmiş, fakat Murat aldırmadan ateş gelen yere canı pahasına ateş etmeye devam etmiş.
Mustafa heyecanlanarak sordu :
–Sonra ne olmuş? Yoksa Murat şehit mi oldu?
Burhan sakin bir sesle “dur bak dinle” dedi.
–Uğur Yüzbaşı sert bir ses tonu ile emrini tekrarlamış: “Sen benim emrimi duymuyor musun, Murat ? Tam siper” diye emir vermiş.
–“Komutanım ben yatarsam siz vurulabilirsiniz” der ve ateş etmeye devam eder.
–Bölük Komutanı dayanamayarak Murat’ın ve kendisinin durumunu düzeltmek amacıyla ateş ederek açılır. Bütün birlik, erini korumaya çalışan bir komutan, komutanını korumaya çalışan kahraman erin, kurşunlar altında yapılan savaş dansını görür. Bu manzaradan sonra birliğin personeli aslanlar gibi mücadele ederek teröristleri etkisiz hale getirirler. Türk ordusunun şanlı tarihinde bu olayın benzerlerinin niceleri mevcuttur.
Mustafa nefesini tutmuş dinliyordu. Bir yandan da sanki hayal kuruyordu. Ben anlatmaya yine devam ettim.
Kolay değil insanı yönetmek. “Gerçek okul kıtadır!” Burada işler kitaplardaki gibi gitmez. İnsan hayatın gerçekleriyle karşılaşır. Tecrübeler birbirine eklenmese iki adım atılamaz yollarda.
Bu cümlesinde ister istemez yola doğru kaydı gözleri. Sonra tekrar döndü masamıza:
–Bizler gün sayıyor, bitiriyoruz; ama onların işi bu. Bir ömür harcıyorlar bu uğurda. Canlarını, bizimle birlikte namlunun tam ucuna koyuyorlar.
Sohbet içtenlikle devam ediyor, Burhan coştukça coşuyordu:
–Asker ocağında, askere gelinceye kadar yanlış ortamlarda bulunmuş bir iki arkadaş vardı aramızda. Aynı şekilde devam ediyorlar. Kafalarına birçok uydurma safsata doldurulmuş, kandırılmış, kin ve öfkeyle büyütülmüş, sevgi nedir unutmuşlar! Bunlara askerlik ne yapsın? Değil on beş ay, on beş yıl silah altına alsan bile değiştiremezsin bu şartlanmışları. Adam inandırmış kendisini bir defa yalanlara. Ne yapsan nafile! Bir çuval pirinç içinden bir avuç taş da çıkıyor işte!
Elini yumruk yapıp, yavaşça vurdu masaya:
–Askerliğini kâğıt üzerinde yapıyor. Yüreğini, bileğini koymuyor yani. Sokmuyor elini taşın altına. Askerlik bitince de bire bin katıyor. Altına imza atamadığı, adını bile yazamadığı zehirler akıtıyor dilinden. Onun bunun karalamalarına sermaye oluyor. Arkadaşlarını satıyor yani! Yine de farkında değil. Böyle mangalda kül bırakmayanlara, kanlarını bayrak yapan nice gazinin, nice şehidin hatırası adına “Yazıklar olsun sana be adam!” diyeceksin. “Sen ne utanmaz adamsın!” diyeceksin. Gerçi bunlar adam bile değil ya!
Mustafa kaşlarını indirip başını öne arkaya salladı. Yüzü asılmıştı. Yumruğunu sıkıp biraz yüksekçe bir sesle haykırdı:
– Ne adamı, değil tabii ki! Eğer bu, gelip geçici bir anlık öfke ise anlarım belki! Yok, iyiden iyiye düşmanlık ise, işte bunu asla affedemem.
Oğlum bu cümlelerden güç almışçasına devam etti anlattıklarına:
–Bahaneleri hep hazır! Ağızlarda sakız olan bir cümleyi kullanıyorlar; “Ruh sağlığım bozuk!” Bozmayacaksın kardeşim! Kolay kolay salmayacaksın kendini. Hüner bileğine, yüreğine sahip çıkabilmekte! Rahat ortamda herkes korur aklını. “Su uyur, düşman uyumaz!” demişler. Askersin sen, iki silah sesine yenik düşmeyeceksin. Bir müziğin notaları onlar. Ufak tefek lafa söze de aldırmayacaksın. Sivil hayatta yan gelip yatıyor muyuz sanki?
Mustafa başıyla onayladı onu. Burhan da aynı tavırla devam etti:
–Sabırlı ve geniş yürekli olacaksın biraz. Ekmeğini yediğin sofraya ihanet etmeyeceksin. Bu mu erkeklik? Yalanlar söylüyor. Malda mülkte gözü olmayan, paraya pula tenezzül etmeyen günahsızları suçluyor. Neden? Çünkü temeli bozuk! Çünkü niyeti bozuk! Çünkü kendi varlığından başka hiçbir değere inanmıyor. Renk, din, ırk ayrımı gözetmeden, milletimizin kötü kaderini değiştiren Mustafa Kemal’e de inanmıyor.
Burhan konuştukça coşuyordu. Haklıydı da! Atatürk konusunda suçun bir kısmı da bizdeydi. Resimlerini duvarlara, rozetlerini yakalara asmak, On Kasım’larda “Atam sen ölmedin!” deyip, araba kornalarına basmak yetmiyordu. Onu iyice anlamadan, tanımadan bir iki günlük yas tutmak ya da ateşli bir savunucusu görüntüsünde nutuklar atmak da çözüm değildi. Yaptıkları milletimiz için neyi ifade ediyor, ne var bunların özünde? İşte bu soruların cevaplarını bulmak, öğrenmek ve öğretmek gerekiyordu. Onun sınır tanımayan hoşgörüsünden başlayabilirdik belki. Düşman askerlerinin mezar taşlarına bile şöyle yazdırmıştı:
“Bu memleketin toprakları üzerinde kanlarını döken kahramanlar; burada dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçik’lerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar; göz yaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Bu toprakta canlarını verdikten sonra artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.”
Elbette sadece hoşgörüsü değildi hatırlayacaklarımız. Kurtuluş parolamızı da o vermiş, “Ya istiklâl, ya ölüm!” demişti. Varolma mücadelemizde bize rehber olan bu söz, sonradan kaynağını hayatın gerçeklerinden alan yeniliklere de açacaktı kapılarımızı. Bu yenilikler hemen her alanda kendini gösterdi; “Cumhuriyet ilan edildi, saltanat kaldırıldı, çağdaş eğitim benimsendi, kadınlarımız eşitlik kazandı, anayasamız düzenlendi, ufkumuz açıldı.”
Bir imparatorluğun kalıntılarından bağımsız bir devlet böyle doğdu, böyle filizlendi. Bu filiz, akıl ve bilim güneşiyle yaprak verdi. Milletin alın terleriyle sulandı, büyüdü. Mehmetçiğin sabrıyla çiçek açtı. Bu sabır, Türkiye Cumhuriyeti’ni yarattı. Bu sabrın örnekleriyle doluydu tarihimiz. Gözlerimin önünden yüzlercesi geldi geçti. Oğlum Burhan’ın lise yıllarında oynadığı bir piyesi hatırladım. Yaşanmış bir olaydı. Ne güzel canlandırmıştı yaralı askeri;
“Sakarya Meydan Savaşı’nın bittiği gün komutan İsmail Hakkı Bey, bir keşif kolu çıkarır, şehitlerin gömülmesini, yaralıların toplanmasını ister. Sonradan kendisi de savaş alanında dolaşmaya başlar. Bir su birikintisinin yanında bitkin, yaralı bir Mehmetçiği boylu boyunca yatarken görür. Hemen sorar:
–Ne zaman yaralandın oğlum?
–Üç gün oldu komutanım.
–Ne yaptın bunca zaman? Ne yedin, ne içtin?
–Açlık dayanılmaz olunca bir avuç su içiyorum.
–Ne istersin, ne yapayım senin için?
–Bir şey istemem komutanım. Yalnız kıtama haber verin, firari olmayayım. Beni kaçtı sanmasınlar, anam babam utanmasın!”
Bu yaralı askerin komutanı olsaydım, ona şöyle cevap verirdim;
“Dünya tarihi, vatanı uğrunda senin kadar kanını döken bir millet evladı daha gösteremez. Senin kadar kimse kendi vatanına sahip olmaya hak kazanmamıştır. Bu vatan ya senindir, ya da hiç kimsenin!”