II. EMPİRİSME
III. DETERMİNİSME
IV. FATALİSME
ŞİİR VE FELSEFE
Ömer Sevinçgül
Kimi sanat eleştirmenleri şiir, roman, tiyatro gibi türleri “soylu sanat” sayarlar da “deneme”nin adını anmazlar. Şiire itirazım yok, çünkü o, tıpkı felsefe gibi, topyekün idraki yansıtan şirin bir anlatım biçimidir.
Ancak, felsefede öncelik aklın, şiirde duygularındır. Her ikisi de nesneler bilgisinin üstüne çıkar, genel bir noktadan bakar, sebepleri ve gayeleri kavramaya çabalarlar.
Uzmanlık alanlarına bölünen bilim, nesnelerin, parçaların, alanların bilgilerinden oluşur. Felsefe ve şiir ise, bütünü ele alır, sebepleri irdeler, gayeleri sorar.
Bu benzerliklerinin yanısıra, aralarında önemli bir de fark vardır: Şiir kalbin terennümüdür, felsefe aklın. Şiirde sözler topluca bir görüntü oluşturur, yeni bir dünya kurarlar. Böylece şiir, okuyucuyu en derin yerinden etkiler, kendi iklimine sokar. Bir duygu akımı başlatır.
Felsefe tanımcıdır, ayırır, sınıflandırır, karşılaştırır, yargılar, genel sonuçlar çıkarır, ama bunları yaparken bilimden gene de farklıdır. Bilim, nesneleri ve olayları tanımlayıp adlandırır, kavrayıp anlatır, felsefe ise, bilimlerüstü bir düzeyden bakar, bilimin sonuçlarını da kişisel gözlemlerle birlikte ele alır, yorumlar, bir değerler tablosu oluşturur.
Hem şiir, hem de felsefe tam anlamıyla “insan”ın birer iç eylemidir, bilim ise “uzman insan”ın eylemidir.
Şu halde hem şiir, hem de felsefe, bir insanın, düşünen ve hisseden bir insanın kendi gözlemlerinin yanısıra, adına uzman, ya da bilim adamı denilen başka insanların da gözlem ve deneylerini ruh içi laboratuarında inceleyen, anlayan, kavrayan ve bütün verilerin idrakinden sonra bazı genel hükümlere varan insandır.
Burada uzmanlık sınırları silinmiş, bölümlenmiş bilgi alanları birbirine girmiş, hepsini birden kuşatan genel bir idrakin potasında daha yeni, daha yüksek, daha kapsamlı bir bilgi türü ortaya çıkmıştır.
Bu bilgi aynı zamanda bir kanıdır, belki de öncelikle kanıdır da sonra bilgidir.
Çünkü, bir insanın, bir bireyin kendine özgü ruhunun nitelikleri de yansımıştır ona, nesnel değil, biraz özneldir.
işte bu sebeple de felsefe şiire benzer, ancak şiir, felsefeye oranla daha hissi, daha şahsi, daha özeldir.
Buraya kadar şiirle felsefeyi birlikte andım, oysa bu ikisi tür bakımından iki ayrı kavramdır . Biri edebi türün adıdır, öbürü sistemli ve genel düşünme biliminin adı, iki ayrı alan.
Şiirin yanına yine edebi bir tür koymalıydık, belki de felsefeyi dile getiren bir tür. Şimdi onu koyalım, o edebi tür, “deneme”dir. Deneme, bir bakıma kişinin, bireyin, insanın öznel deneyimini içeren edebiyat türü. Hani şu soylu sanat sayılmayan yazı türü!
Denemenin önemli özelliği, kişinin öznel deneyimlerini, gözlemlerini, şu ya da bu yoldan edindiği bilgilerini bir araya getirerek, buna şahsi kanılarını, inanışlarını, özel dünyasından yansıyan niteliklerini de katarak, hayat, ölüm, yaşantı, özgürlük, yaratılış, yazgı gibi genel konularda bir takım çıkarımlar yapması, gerçekler araması, bulduklarını ben eksenli bir anlatımla öbür bireylere duyurmasıdır.
Yaşayan, hisseden, düşünen kanlı canlı bir insanın kendisini dışa vurması, özel dünyasını açması, kendi kimlik aynasında beliren kavramları öteki insanlara bildirmesidir. Bu da insan gibi ve insan kadar yüce bir sanat üretimidir ve elbette soyludur.
Bütün büyük felsefeciler aynı zamanda iyi birer denemecidirler. Böyle olmakla birlikte, deneme türünün sadece entellektüel ürünleri konu alan bir tür olarak da düşünmemek gerekiyor, çünkü o aynı zamanda son derece kişisel, duygusal, öznel, kurgusal ve ülküsel olabilir. Bir insan deneme türü aracılığıyla bütün ruh hallerini en güzel bir biçimde anlatma imkanına sahiptir.
Ancak, iki temel mesele vardır ki bunlara sahip olamayan denemede başarılı olamaz. Biri, özgünlüktür. Öbürü, dil ve üslûp.
Denemede serdedilen fikirler özgün olmalı ki, dikkat çekebilsin, yeni bir dünya kuran cümlelere hiçkimse ilgisiz kalamaz.
Denemenin en önemli unsurlarından biri de, dildir. Dil derken, manaya en uygun gelen kelimeleri bulmayı ve bunları en akıcı, münasip ve ahenkli biçimde yanyana getirmeyi anlıyorum.
Kelimelerin de kendi arasında kalite nevileri var. Yüklendiği anlam, verdiği ses, zihne getirdiği tedai ve daha başka nitelikleriyle onları birbirinden ayırmak mümkün.
Bu sesleri ve anlamları ruha nüfuz edecek bir estetik yapı haline getirmek maksadıyla dizebilmek büyük hüner. Deneme yazarı, kelimelerle mimari eserler inşa eden bir sanatkâr…
Dil son derecede güzel, kıvrak, albenili olmalı ki, bir şiir gibi okuyucusunu cezbetsin. iyi bir şairin, şiirini yazarken gösterdiği dil titizliğini denemesinde gösteremeyen denemeci ürettiği esere gönül rahatlığıyla “sanat eseri” diyemez, dememelidir.
Onu diğer ustalardan farklı kılan âmillerden biri de üslûptur. Dil ile başlayan veya dilin bittiği yerde başlayan ve biçime mensup olan ikinci kıstas.
Manaların sıhhati, temanın olumlu, ya da olumsuz olması, fikrin istikameti, bir buhar gibi satırlardan sadırlara yükselen samimiyet ve pek çok unsur ise muhteva ile ilgili keyfiyetler.
Ve deneme yazısı bu keyfiyetlerin bir enmûzeci.
Şunu söylemek istiyorum: Şiir ve felsefe birbirinden net çizgilerle tam olarak ayrılamayan, bazı bakımlardan benzeşen iki alandır.
Felsefede biraz şiirsellik, şiirde de bir parça toplu idrak ve yorum vardır. Biri insanın hissi tarafını dile getirir, ama entellektüel yönünü de bütün bütün ihmal etmez, öbürü, yani felsefe ise, kişinin düşünce dünyasını anlatır, ama duygu iklimini ve öznel niteliklerini de bünyesinde taşır.
Felsefeyi en iyi veren edebi tür de, denemedir. Soylu sanat diye edebiyat tahtına oturtulan şiirin yanında yer alacak olan da odur.
Bir ince farkı da söylemeliyim ki bahis tamam olsun:
Nasıl edebiyatın bir “bilimi” bir de “kendisi” varsa, felsefenin de bir “bilimi” bir de “kendisi” var. Okullarda okutulan, edebiyatın ve felsefenin “bilimi”dir. Felsefe tarihi, filozofların hayatları, kavram ve akımların sınıflandırılması ve daha pekçok unsur felsefe bilimini oluşturur.
Ben, “felsefe” derken bunları kastetmiyorum, bizzat felsefenin kendisinden bahsediyorum. Yani, bir insanın, insan, dünya, varlık, hayat, ölüm ve benzeri konulardaki bireysel düşünce üretiminden ve sezgilerinden söz ediyorum.
Bakış, görüş, duyuş, düşünüş, seziş ve kavrayıştan oluşan uyumlu bir anlam dünyasıdır felsefe. Bu dünya güzel bir dil ve anlatım biçimiyle yazıldımı “deneme” çıkar ortaya.
EMPİRİSME
Tedribiye, görgücülük, deneycilik.
Bilginin tek kaynağının görgüye dayalı deney olduğunu savunan felsefi akım.
…
“insan, gördüğüne inanır,” diyorlar, bu sözün manası ne? insan, gördüğüne ister istemez inanmak zorundadır, inanması normaldir, olması gereken de budur, denmek isteniyorsa mesele yok. Kimse aksini iddia etmiyor zaten, bu o kadar açık bir gerçek ki söylenmesi bile gereksiz.
Yok eğer bu söz, insan gördüğüne inanır, ama görmediğine inanmaz, inanmaması gerekir anlamını ifade ediyorsa, o zaman ellerimizi şakaklarımıza bastırıp, hayretle düşünmek zorundayız.
Cümleyi ikinci manasıyla alırsak, ben tam tersini söyleyeceğim: insan, görmediğine inanır. O, görmediğine inanan tek varlıktır şu dünyada. Bu bir meziyettir, onu diğer canlılardan üstün kılar.
Gayba, yani görülmeyen, nerede olduğu bilinmeyene iman etmek akıl ve kalb ile mümkündür. Bu iki önemli değer de insana vergi.
Aslına bakılırsa, inanmakla görmek kavramları arasında doğrudan bir alâka kurmak hiç de mantıklı değil. iman, görülenin değil görülmeyenin varlığını kabul etmektir, ancak o zaman bir kıymet ifade eder. Güneşi gösterip, “Sen bunun varlığına inanıyor musun?” diye sormanın saçmalığı ortada.
Bunları söylemekle görmenin “imanın derecesini artırabileceği” gerçeğini göz ardı etmiyorum. Görmek, elbette bir değer artışı sağlar, fakat yine de görmeden inanmanın, yani aslî tarifiyle imanın temel olduğunu unutmamak gerek. Olay şudur, biz bilerek inanıyorsak, görerek inanmaya başlarız.
Görmek ve inanmak konusunda çeşit çeşit fikirler ileri süren akıldır. Eğer akıl, görmediğini inkâr edecekse, önce kendini inkâr etmekle işe başlamalı.
Gayba imanın öyle bir derecesi de vardır ki, görmek onda bir artış meydana getirmez. Perdeler açılsa da inandıklarımı gözlerimle görseydim yine de inancım artmayacaktı, diyenler var. Bu sözün gerçekliğini kabul etmek hiç de zor gelmiyor bana.
Söz gelişi, hiçbirimiz Fâtihi, istanbulu fethederken görmedik, ama bu olaya şüphesiz inanıyoruz. Mümkün olsa da fetih gününe dönebilsek, hâdiseleri gözümüzle görsek, hatta savaşanlarla birlikte biz de savaşsak, “Fatihin istanbulu fethettiği”gerçeğine olan imanımız artacak mıydı?
Zannetmiyorum. Bir nebze heyecanını tadacaktık, o kadar. Bu misal görmeden inanmanın ne kadar güçlü olabileceği konusunda bir fikir verir sanırım.
Garip bir mantık karşısındayız. Serçeler kuştur, öyleyse kuşlar da serçedir, demek gibi, veya serçe olmayanlar kuş da değildir, hükmünü vermek gibi bir akıl yürütme. Gördüğüme inanırım, inanmam gerekir, öyleyse görmediğime de inanmamam lâzım, hükmü de buna benzemiyor mu?
Esasen görmeden inandıklarımız, görerek inandıklarımızdan, daha doğrusu görebildiklerimizden hiç de az değil. Söz gelişi, biz ne atomları, ne bakterileri, ne mor ötesi ışınları, ne de elektriği gördük, ama bunlara görür gibi inanıyoruz. Bir grup ilim adamının “gördük” demeleri bize kanaat veriyor.
Burada şöyle bir itiraz gelebilir, iyi ama, bunları bazı özel cihazlarla görmek mümkündür, görenler var, diyebilirler.
Bu hiç bir şeyi ispatlamaz. Biz, “kendi görüşümüzden” ve “kendi inancımızdan” söz ediyoruz. Çoğumuzun bu özel âletleri kullanmadığımız da ortada. Bakterilere inancımızın başkalarına güvenden kaynaklandığı gerçeğine gölge düşürmez.
Bakteriler örneğini biraz daha devam ettirmek istiyorum… Diyelim ki, mikroskop ve benzeri âletler bir anda yok oldu, bir benzerini de yapamadık. O zaman bütün bakteriler ve atomlar da yok mu olacak?
Soruyu şöyle de sorabiliriz: Geçmiş asırlarda, henüz mikroskop keşfedilmediği için mikrocanlılar görülemiyordu. Bunlar o devrin insanlarının görüş alanı içinde yoktu, ama gerçekte de mi yoktu?
O zamanın insanları, “bakteriler bizim görüş alanımız içinde değil,” diyebilirler, ama “bakteriler mutlak manada yoktur,” diyemezler.
Şu noktaya varmak istiyorum: iman konusunda görmek veya görmemek tek başına hiçbir mana ifade etmez, ancak bizi çok yönlü açmazlara düşürür.
Biz, Mesnevî isimli kitabın mutlaka bir yazarının olacağına, olması gerektiğine aklımızla hükmederiz, ama yazarın isminin Mevlâna olduğunu bilemeyiz. O zaman nakil devreye girer ve o zatın Mevlâna olduğunu söyler, biz de inanırız. Nitekim inanıyoruz.
Bu sözle, her söylenene körü körüne inanalım, demek istemiyoruz. Eğer “görmediğime inanmam” diyorsak, o zaman ne Mesnevînin bir yazarı olması gerektiğine inanabiliriz, ne de isminin Mevlâna olduğuna.
Görmenin sınırlı olduğu ve gözün her zaman yanılabileceği gerçeğini de göz ardı edemeyiz. Bunu uzun uzadıya izah edecek değiliz. Sadece göze güvenmenin bizi ne büyük yanlışlıklara ve ne çok inançsızlığa götüreceğini hatırlamak bakımından şu misali söyleyip geçelim:
Biz, daima güneşin döndüğünü, dünyanınsa durduğunu görüyoruz. Doğu ile batı arasında mekik dokuyan, dünya değil, güneştir. Eğer göz tek ölçü ise, o zaman dünyanın durduğuna ve güneşin döndüğüne inanmak en tabiî hakkımızdır. Oysa gerçek ne kadar farklı!
Akıl, “her eserin bir ustası vardır, kâinatın da bir sanatkârı olmalı,” hükmünü verirken, nakil, “o sanatkâr zat Allahtır” derken, göz, şaşkınlık içinde, “nerede, ben göremiyorum,” diye sızlanmakta.
Hangisine güveneceğiz?
Benzeri hayvanlarda da bulunan göze mi, yoksa insanı diğer varlıklardan üstün kılan akla mı?
işte konunun can alıcı noktası!
“Görmediğime inanmam” demekle, “ben gözlerimle düşünürüm” demek arasında fark yok.
Şu hâlde akıl ne işe yarayacak?
DETERMiNiSME
icabiye, gerekircilik.
…
“Determinizm nedir?”
“Determinizm, sebeplere tesir veren bir felsefi görüştür. Bizim tefekkür dünyamızda “icabiye” diye bilinir. Bunlar, neticeleri sebeplerin, yani vesile ve vasıtaların yaptığını söylüyorlar. Kalemi yazar, fırçayı ressam ve çiviyi marangoz zannediyorlar. O âletleri kullanan sanatkârı tanımıyorlar.”
“Sebepler, derken neyi kastediyorsun?”
“Meselâ, gül bir netice. Bu neticenin sebepleri, yani onun meydana gelmesinde araç olan varlıklar ise, toprak, ışık, hava ve su. Yine, bebek netice, anne ve baba sebep. Meyve netice, ağaç sebep…”
“Anladım.”
“O hâlde, lütfen sorularıma cevap ver.”
“Peki, sor.”
“Bir gülü incelemek ve anlamak için neler gerekir?”
“Akıl, idrak, ilim…”
“Şeklini ve rengini de anlamak istiyorsam…?”
“O zaman, göz de lâzım.”
“Gülü gördüm ve tanıdım. Şimdi de resmini yapmak istiyorum…”
“Sen ressam mısın? Eğer resim kabiliyetin yoksa hiç teşebbüs etme.”
“Tamam, vazgeçtim. Ben en iyisi sormaya devam edeyim. Peki, incelemek, anlamak ve resmini yapmak için gereken özellikler, bu gülün aslını yapmak için de gerekiyor mu?”
“Bu da sorulur mu! Elbette, hatta daha fazlasına ihtiyaç var.”
“Aranan özellikler toprakta, havada, suda ve ışıkta var mı?”
“Olmadığını herkes bilir.”
“Tamam. O hâlde, aklı, şuuru, bilgisi, görmesi, işitmesi, düşünme kabiliyeti olmayan bu dört sebep bir araya gelip, insanların bile yapamadıkları bir gülü yapabilirler mi?”
“imkânsız… Doğrusu soru sormaktaki maharetine diyecek yok. Bana, hep olumlu cevaplar vermem gereken sualler soruyorsun.”
“Farkettin demek. Sen de olumsuz cevaplar ver öyleyse.”
“Akıl ve mantıkla karşı karşıya gelerek mi! Hayır, ben hakikatı gördümmü, hakikat olduğunu itiraf etmeden duramam.”
“O zaman, izin verirsen başka bir örnek üzerinde konuşalım… Bir portakalın yapılmasında vasıta olan nedir?”
“Portakal ağacı elbette, kavak olacak değil ya!”
“Kızmak yok… Sen bir portakal yapabilir misin?”
“Yapamayacağımı bal gibi biliyorsun!”
“Sen, akıl ve ilim sahibi olduğun hâlde yapamıyorsun da, ağaç, başka bir ifadeyle odun nasıl yapar?!”
“Odun ve sanat… Olur şey değil!”
“Biliyorsun, portakalın rengi, kokusu, biçimi ve tadı ağacında yoktur. O ağaç kendinde olmayanı nasıl verir? Paran yoksa, bana para verebilir misin?”
“Para veremem, ama cevap verebilirim.”
“Teşekkür ederim… Şimdi başka bir örnek vereyim.”
“Bu kadarı yetmez mi?”
“Sana yetebilir, ama bana yetmiyor… Bir bebeğin dünyaya gelmesine neler sebep oluyor?”
“Benimkine annem ve babam sebep oldu. iyi mi ettiler bilmem.”
“Annem bebek ustasıdır, beni o yaptı, diyebilir misin?”
“Diyemem”
“Niçin?”
“Ben rahimde büyürken anneme görünmezdim.”
“Belki de baban yapmıştır!?”
“Babam, benimle dünyaya geldikten sonra bile ilgilenmedi!”
“Bir zamanlar tek hücre hâlindeydin…”
“Hayret, hiç hatırlamıyorum!”
“Evet, öyleydin. Belki de sen, kendi kendini yapmışsındır..?”
“İftira etme! Ben, kendimin bile farkında değildim o zamanlar. Usta, eserinden daha mükemmel olamaz.”
“Evet, önemli bir nokta bu. Neticeler, sebeplerden daha mükemmel. Her şey için geçerli bu tesbit. Neye bakarsak bakalım, açıkça görürüz bu gerçeği. Bitki, topraktan daha mükemmel. Portakalın yanında ağacının ustalığı beş para etmez. Bebekteki mükemmelliğin yanında, anne ve baba ne kadar âciz. Bırakalım insan yapmayı, bir saç teli bile yaratamazlar.”
“Beni annem yaratsaydı, kolum kırıldığında gider anneme tamir ettirirdim!”
“işte nükte görünüşlü bir hakikat!.. Akla uygun olan ise, mükemmelin, daha az mükemmel olanı yapması. Sobacı sobadan, resim ressamdan, marangoz masadan daha mükemmel. Oysa, sebepler neticelere göre ne kadar âciz.”
“Sakın bu akılsız sebepler bir araya gelince akıllanmasınlar?”
“Olur mu hiç! Ben desem ki, dört tane akılsız, bilgisiz, kör ve sağır adam bir araya gelip, harika bir makine yaptılar… Bu sözüme inanır mısın?”
“inanmam.”
“Üstelik, bu adamlar cansızdı, desem..?”
“Buna kim inanır!”
“Oysa toprak, hava, su ve ışık o dört adamdan daha cahil, akılsız ve şuursuz. Bunların bir araya gelip de, cansız makinelerden bin defa daha mükemmel olan misaldeki gül ağacını yapmaları mümkün mü?”
“Gülü mü? Yine başa mı döndük?”
“Evet, sözün sonu, başını unutturmamalı. Unutturmuşsa, dönüp hatırlatmalı ki, devir tamam olsun.”
“Güzel..!
“Konuşmamızı burada bitiriyorum. Sanırım, sebeplerin yaratıcı olamayacağı anlaşıldı. Onların arkasında Rabbimizin güzel isimleri var. Sebepleri de, neticeleri de yaratan, O. Allahı kabul etmemek için bütün sebeplere ilâhlık verene ne demeli..?”
“Allah insaf versin!”
FATALiSME
Fatalizm, kadercilik, yazgıcılık.
Bütün olayların ve durumların önceden belirlendiği ve asla değiştirilemeyeceği tezinden yola çıkarak insan iradesini yok sayan felsefi görüş. Bu tarife göre fatalizm, bizim fikir dünyamızda “Cebriye” diye bilinen batıl mezhebe benzemektedir.
…
“Kaderci,” başka bir tabirle “yazgıcı” yakıştırmasını son zamanlarda sık sık duyar olduk. Kimi, bu kelimeyi, anlamını bilerek kullanıyor, kimi de bilmeden.
Bilerek kullananlardan bir kısmı, müslümanların “kaderci” olduğunu söylemekteler.
Meselâ, ben bir müslümanım, kadere inanıyor, “her şey Allahın takdiriyledir” diyorum. Bütün müminler de benim gibi, “her şey kader ile takdir edilmiştir,” diyorlar.
Şu hâlde, biz müslümanlar “kaderci” miyiz ?
Kim kadercidir, kim değildir, bunu anlamak için önce şu dört kavramı tanımamız gerekiyor: Kader, irade, kaderci ve kadere iman.
ilahî ilmin bir nevi olan “kader,” bütün olayların Allah tarafından önceden bilinmesi, belirlenmesi ve yazılması hakikatıdır.
Varlıkların uyumlu, ölçülü, düzenli, süslü ve sanatlı yaratılması ancak ilimle olabilir. Yaratılanlar içinde en önemli canlı olan insanın, ömrü boyunca yaşayacağı bütün olaylar en ince ayrıntılarıyle kader defterinde yazılıdır.
“irade” ise, insanın karar verme, seçme ve isteme kabiliyetidir. Evet, insanda irade vardır ve iradenin varlığını ispatlamak için başka yerde delil aramaya da gerek yoktur. Çünkü, herkes, kendinde seçme ve isteme kabiliyetinin bulunduğunu vicdanıyla bilir ve tasdik eder.
insan, şuuruyla farkeder, aklıyla anlar, kalbiyle sever, iradesiyle seçer ve karar verir.
Siz, şu önünüzdeki yazıyı okumaya iradenizle karar verdiniz, okumamaya da karar verebilirdiniz. Sonradan anladınız ki, kaderinizde bu yazıyı okumak varmış. Kaderdeki bu hükmün size baskı yaptığını, iradenizi elinizden aldığını kimse iddia edemez. Çünkü siz, okuma işleminden önce kader defterinizde nelerin yazılı olduğunu bilmiyordunuz bile.
Eğer irade hürriyeti verilmeseydi, insan açısından ne imanın bir anlamı olurdu, ne ibadetin, ne günahın, ne imtihanın, ne de yarışın. Çünkü, herkes yaptığını mecburen yapmak zorunda kalırdı.
Oysa, bilerek ve isteyerek yapandır yaptığından sorumlu olan.
Nitekim, günlük hayatta insanları, yaptıklarından ve yapmadıklarından dolayı iradeli oldukları için yargılıyoruz. irade gözardı edilirse, insanları “iyi” veya “kötü” diye tanımlamak anlamsız olur. Ne cezanın manası kalır, ne de mükâfatın.
Doğru kader inancına sahip bir müslüman, “nasılsa kaderim değişmeyecek, çalışmak anlamsız,” deyip oturamaz. Hiçbir gayret göstermeden beklemek tevekkül değil, tembelliktir.
iradesini kullanır, sebeplere teşebbüs eder, çalışır, çabalar, sonra da elinden gelen her şeyi yapmış olmanın gönül rahatlığıyla sonucu bekler.
Bekleneni vermek, ya da vermemek Rabbinin iradesine bağlıdır, bunu bilir, fakat çoğunlukla fiilî duanın, yâni çalışıp çabalamanın sonuçsuz kalmayacağını da bilir. Meselâ, tarlasını sürer, eker, sular ve bekler. Bilir ki, bitkileri yaratmak Rabbinin kudret elindedir.
Said Nursi, bu gerçeği şöyle ifade etmiştir:
“Fakat yanlış anlama. Tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek değildir. Belki esbabı desti kudretin perdesi bilip riayet ederek, esbaba teşebbüs ise, bir nevi duayı fiilî kabul ederek, müsebbebatı yalnız Cenabı Haktan istemek ve neticeleri Ondan bilmek ve Ona minnettar olmaktan ibarettir.”
Kısa bir zamanda dünyanın en uzak köşelerine kadar iman, ilim, medeniyet ve fazilet götüren Peygamber Efendimiz ve Onun güzîde sahabeleri, tembellikle eşanlamlı bir kader anlayışına sahip olsalardı bu işleri başarabilirler miydi?
Aksine, “kaderimiz değişmeyeceğine göre çabalamak anlamsız,” der, daracık bir bölgede yaşamaya devam eder, islâmı yaymak için parmaklarını bile kıpırdatmazlardı.
Müslüman, yeri gelince “kaderim böyleymiş” demeyi de bilir. Başına bir belâ geldiğinde, hâdiseler olup bittikten sonra, başka bir deyişle, elinden hiçbir şeyin gelmediği, sonucu asla değiştiremeyeceği durumlarda “ilahî takdir” der, kadere teslim olur. Bu teslimiyet, ümitsizliğin, karamsarlığın ve üzüntünün ilacıdır.
Yoksa, günah işleyen bir adam, “kaderimde günah işlemek varmış, ne yapayım, ben hep böyle yaşamaya mecburum, ” diyemez. Çünkü, insan geleceği önceden bilemez.
Sözün kısası, müslüman, kader ve iradenin tarifi gereği, “kaderci” değildir, ancak “kadere iman etmiş”tir.
Ömer Sevinçgül