Merhaba Havana

Merhaba Havana

ESKİ ŞEHİR MERKEZİNİN CANLI SOKAKLARINDAN ŞEHRİ ETKİSİ ALTINA ALAN YENİ ŞİRKETLERE VE MEKÂNLARA, KÜBA’NIN BAŞKENTİNİN DÖNÜŞÜMÜNÜN İZİNİ SÜRDÜM.

Havana’ya vardığımı; ne José Martí Uluslararası Havalimanı’na inince nemli akşam havasını yüzümde hissettiğimde ne küçük otelimde uyanıp bir palmiye ağacının gölgesinde kahvaltıda taze meyve yediğimde ne de köşe başlarında, otobüs duraklarında ve açık hava kafelerinde yanık puro kokusu burnuma çarptığında hissettim.

Havana’ya gerçek anlamıyla vardığımı, 1950’lerden kalma devasa ve paslı bir Chevrolet’nin içinde Malecon kordonu boyunca ilerlerken hissettim. Ben yıpranmış deri koltukların üzerinde bir aşağı bir yukarı sarsılırken reggaeton’un sert ritmi arabanın hoparlörlerinden ve açık camından çıkıp insanı yakan tuzlu havaya karışıyor. O an anlıyorum ki her ne kadar sakin görünse de Havana yavaş hareket eden bir şehir değil.

Havana’yı ilk ziyaretimde aylardan nisandı. Havana’ya, Küba ile Amerika Birleşik Devletleri arasındaki diplomatik ilişkilerin iyileşeceğine işaret eden tarihî bir ziyaret düzenleyen dönemin ABD Başkanı Obama’yı ve Rolling Stones’u bir ay farkla kaçırmıştım. Ziyaretin neticesinde Küba’nın geçirdiği değişim hiç olmadığı kadar ilgi toplamıştı. Ben de bu değişimi kendi gözlerimle görmek istemiştim.

Şehirdeki ilk günüm Havana’ya ilk kez gelen çoğu insanınkiyle benzerdi. Parque Central’in merkezinde durup sırtımı kolonyal dönemden kalma Hotel Inglaterra’ya verdim ve bembeyaz taş meydanda salsa yapanları izlemeye koyuldum. Haritamı katlayıp cebime koydum ve Eski Şehir merkezini içgüdülerimle keşfetmeye başladım. Dökülmüş sıva ve capcanlı turkuaz, sarı, nane yeşili ve turuncu arasında değişen bina cepheleri muhteşem fotoğraflar için harika bir arka plan oluşturuyor. Küba bayrağındaki yıldız ve şeritlerin işlendiği bandanasıyla gezen kadın da beyaz keten bir gömlek ve kumaş pantolonlu yanık tenli genç adam da bu binaların cazibesine karşı koyamıyor.

Nihayet barok ve Art-Nouveau tarzda restore edilmiş binalarla çevrili, kentin belki de en güzel meydanı olan Plaza Vieja’ya varıyorum. Tepemdeki yakıcı güneşten korunmak için harika bir yer buluyorum. Conde de Lombillo Sarayı’nın küçük avlusunda gözlerden uzak Cafe Bohemia’nın huzurlu atmosferi bir fincan İtalyan kahvesi için birebir. Adını Küba’da uzun yıllardır yayımlanan bir dergi olan Bohemia’dan alan kafe, derginin editör yardımcısı Ricardo Saenz’ın kızlarından biri tarafından açılmış. Öğlenden akşama kadar vaktimi burada bir şeyler okuyarak geçirdim. Sonra da jetlag’imi atmak üzere otele gittim ve uyuyup dinlendim.

Ertesi gün Eski Şehir merkezinin bir başka meydanı Plaza del Cristo’ya gittim. Burası şehrin en yeni ve etkileyici restoranlarından biri olan El Chanchullero’ya ev sahipliği yapıyor. Havana’da yaşayan arkadaşım Karla bana burayı önerirken El Chanchullero’nun Havana’da insanların oturmak için sıra beklediği tek restoran olduğunu söyledi. Benim gidişimde de birkaç kişi kapının önünde masaların boşalmasını bekliyordu. Spesiyali taze salata yemekleri olan bu restoran bir “fine dining” alternatifi olmasa da mekânın atmosferi Küba’dan ziyade, Avrupa’da karşılaşmayı bekleyeceğiniz karakteristik ve hip bir kafeyi andırıyor. Bu restoran yeni lezzet ve stillerin, kentte filizlenen yeni iş yerleri aracılığıyla Küba’ya nasıl geldiğinin bir göstergesi. Mekânın kurucuları da bu gelişimin farkında zira restoranın dışındaki bir tabelada şöyle yazıyor: “Aquí jamás estuvo Hemingway”; yani “Hemingway buraya hiç gelmedi.” Çoğu gezginin Havana’da peşine düştüğü geleneksel turist rotasına gönderme yapıyor.

Havana’daki bir diğer favori kahve dükkânım El Dandy’yi geçince, hemen köşede ”yeni” Havana’nın bir başka sembolü yer alıyor. Kübalı grafik tasarımcı Idania del Rio tarafından 2014 yılında açılan Clandestino’da, Havanalı bir grup genç kadından oluşan bir ekibin orijinal sanat eserleri ve posterlerinin yanı sıra tişört, çanta ve hediyelik eşyalar satılıyor. “Köklü değişim sağlayan bir iş yapıyoruz,” diyor del Rio. “Küba’daki ilk bağımsız tasarım dükkânıyız. Kübalıların bile beklemediği bir iş çıkarıyoruz. Önümüzde uzun bir yol var ama Küba tasarım endüstrisi için yeni bir yol çizdiğimize inanıyoruz.”

Küba’daki bu dönüşümü örneklendiren bir başka yer de Havana’nın ünlü sanat ve kültür alanı Fabrica de Arte Cubano (FAC). Eskiden büyük bir yağ fabrikası olan mekânı şehirdeki son gecemde ziyaret ettim. Devlete bağlı olsa da Küba hükümetinin çekingen bir şekilde desteklediği girişimci bir ruha da sahip. Bu kocaman binanın içinde Clandestino’nun fabrika satış mağazasının yanı sıra birçok başka moda ve tasarım dükkânı, galeri alanları ve irili ufaklı müzik sahneleri yer alıyor. Geçtiğimiz yıl mekân daha da genişletilerek ana binanın arkasına nakliye konteynerlerinden inşa edilmiş bir restoran ve kafe alanı eklendi.

Bu son derece ses getiren bir proje oldu. FAC ekibinin üyelerinden birinin dediğine göre yaklaşık iki yıl önceki açılıştan bu yana mekân 800 bin ziyaretçi ağırlamış. “Burası deneysel bir mekân.” diyor ve ekliyorlar: “Küba’nın yeni yüzünü yansıtıyor.”

Bu mekân yeni bir akımı temsil ediyor olabilir ama farklı stilleri harmanlama isteği Küba’nın alametlerinden. İçerisi son derece hareketli bir atmosfere sahip. Ben gece yarısına doğru varıyorum. Akşamı sanat eserlerini inceleyip canlı müziğe doyarak geçiren yaşlılar mekânı terk ederken Havana’nın iki dirhem bir çekirdek giyinen, dansa hazır gençleriyse daha yeni yeni gelmeye başlıyor. Kendimi hemen dansın ritmine bırakıyorum. Salsada pek iyi olmasam da yelekli ve fötr şapkalı, dans etmekten yorulmayan Habanero’nun ipuçları sayesinde kendimi partinin bir parçası gibi hissediyorum. Mekândan ayrılırken saat sabahın üçünü gösterse de müzik hâlâ devam ediyor. Retro bir taksiye atlayıp karanlık sokaklardan geçiyorum. Kentteki ilk adımımdan son anıma kadar Havana seyahatimde bana eşlik eden Latin melodileri arabanın hoparlörlerinden dışarı taşıyor.

Şanslıyım, çünkü Türk Hava Yolları ile Havana’dan Karakas’a aktarma yapabiliyorum. Ancak Venezuela’nın başkentini baştan sona keşfedecek kadar vaktim yok, bu yüzden de yapacaklarımı kafamda listeliyorum. İlk durağım şehrin en turistik yerlerinden biri olan El Ávila Millî Parkı. İçinde ufak göletler bulunan park alanında piknik yaparak sosyalleşen ya da doğa yürüyüşüne çıkan Karakaslıları görüyorum. Parka ulaşmanın en kolay ve keyifli yolu teleferiği kullanmak. Şehrin içinden parkın belirli bir noktasına kadar teleferiği kullanıyorum. Bölgenin en yüksek noktası Pico Naiguatá’nın deniz seviyesinden yüksekliği 2,765 metre; bu seyahatimde o kadar yükseğe çıkamadım ama bir sonraki Karakas ziyaretim için kendime not aldım.

Yeniden şehir merkezindeyim. Latin Amerika’nın bağımsızlık kahramanını anmak ve Venezuela tarihine dair bilgi edinmek için Simón Bolívar Müzesi’ne gidiyorum. Bolívar’ın doğduğu eve bitişik olan müzenin koleksiyonunda Venezuela’nın bağımsızlığı ve Bolívar’ın kişisel hayatına dair parçalar sergileniyor. Zihnimde koca bir kıtanın ulusal kahramanının hatıralarıyla bir sonraki görüşmemize kadar Güney Amerika’ya hoşça kal diyorum.





 Will Coldwell – Aralık 2016
Alıntı: “SkylifeAylık uçuş derginiz”
http://www.skylife.com/tr/2016-12/merhaba-havana

Yorumunuzu Yazınız

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir