OYALI MENDİL
Ama bu mendili hiç göremedi Ahmet, hiç koklayamadı…
Nermin Öğretmen bütün sevimliliğini takınarak içtenlikle fısıldadı:
–Mustafa, biz kusursuz değiliz. Doğru olmayan şeyler de yaptık. Herkes yapar. Kiminden ders aldık, kimini de tekrarladık. Sen daha hayatının baharındasın. Hatalarının seni esir almasına izin verme. Asker ocağında sağlıklı ve mutlu bir yaşam için alışkanlıklar edineceksin. Bu alışkanlıkları teskereni aldıktan sonra, sivil hayatın boyunca da uygula.
–Söylemesi kolay öğretmenim. Peki ben nasıl aklımda tutacağım bunları?
–O, daha da kolay delikanlı. Aklında tutmayacaksın ki, uygulayacaksın. İstersen sana kısa bir özet yapayım. Mesela; “Sade, gösterişten uzak bir hayat yaşa. Toplumun hoş görmediği davranışlardan kaçın. Ailene bağlılığı unutma. Sır tutmayı bil. Kimseyi kırma. Sana güvenenleri utandırma. Her işinde düzenli, daima nâzik, güler yüzlü ve hoşgörülü ol. Zamanını boş yere harcama. Maddi ve mânevi değerlerine sahip çık. Çocuklarını, kız ya da erkek olsun, okut. İhtiyacı olanlara gücün yettiğince yardım et. Cumhuriyete, Atatürk ilke ve inkılâplarına, vatanın bölünmez bütünlüğüne ve bayrağa hayatın boyunca sadık ol. Ailene ve çevrene bu konularda her zaman önderlik yap…”
Öğrencime kaç kardeşsiniz diye soruyorum, diyelim ki üç diyor. Kız var mı diyorum, iki de kız var diyor. Onu nüfusa sonradan ekliyor yani. Verdiği değer bu kadar işte!
“Kız çocuklarımızın okutulması, Atatürk’ün Türk milletine talimatı değil midir? Bir derslikte 15 erkek öğrenci varsa, 15 de kız olması gerekmez mi? Düşünsenize 100 bin kızımızı, evlerden, köylerden çıkartıp okullara yönlendirebilsek ne güzel olur. Her birinin ailesinden onar kişi bundan etkilense, Türkiye’de bir milyon insan çağdaşlaşmanın ışığını evine taşımış olmaz mı?
Dayak yemek, başlık parası için zorla evlendirilmek, cahil kalmak konuşulabilir mi o zaman? Türkiye’nin geleceği; kız çocuklarımızın okutulabilmelerinde saklı. Kadının evinde oturup kocasının yollarını beklemesi elbet güzel de nereye kadar! Sadece yemek yapan, bulaşık yıkayan, çocuk büyüten, tarlaya tapana giden kadın devri geçti artık. Mademki hayat müşterek, o zaman anne; ev kadınıdır şeklindeki anlayışı silip atmak lazım. Çalışan kadın da ev kadınıdır. Hem işine hem evine yetişir elinden geldiğince. Sen kapat kadıncağızı eve, uzaklaştır dünyadan sonra da doğuracağı çocuğa iyi eğitim vermesini bekle. Bırak, daha çok öğrensin ki daha çok verebilsin.
Biliyor musunuz bir milyona yakın ilköğretime bile gönderilmemiş kızımız varmış ülkemizde. İşte size en büyük ayıp! Gerçi erkek çocukları için de sorun aynı; ama onların askerlik gibi bir şansları var. Askerlik sayesinde, köylerinden dışarı çıkıp dışarıdaki dünya ile tanışabiliyorlar. Okuma yazmayı kışlada öğrenebiliyorlar. Üstelik askerde kollarına altın bilezik de takılıyor. Yani bir meslek öğreniyorlar. Bu meslek; aşçılık olur, sıhhi tesisatçılık, kaynakçılık, oto elektrikçiliği, boya – badana, karo -fayans, bilgisayar, ciltçilik ya da seracılık olur ama mutlaka bir şey olur. Bir şey öğrenir yani. Öğrendiği her neyse de sivil hayata döndüğünde hem kendine güvenini hem de yaşamdan aldığı payı arttırır.
Kızlar öyle değil ki! Hele hele bazı yörelerimizde bu acıklı bir hikâyeye dönüşmüş durumda. Biraz serpilip büyüdüklerinde hayvanlara bakıyor, annelerinin doğurduğu çocukları büyütüyor, suya gidiyor, yemek yapıyor, 12–13 yaşına geldiklerinde de, evden bir boğaz daha eksilsin diye, üç-beş kuruş başlık parasına evlendiriliyorlar. Bilmiyor ki gariban, nereye gidiyor, ne yapacak, onu kim alıyor, kimin koynuna girecek. Belki de babası, dedesi yaşında adam! İşin en acı yanı da bu değil mi zaten. Anne baba bu olayı çok doğal karşılarken o kız da bunun kaderi olduğuna inanıyor, inandırılmıyor mu?
Ülkemiz nüfusunun yarısını oluşturan kadınlarımızın nitelikli işlerde çalıştıklarını bir düşünün. Eğitim düzeylerinin artması kendilerine güveni de artırmaz mı? Şöyle bir bakın etrafınıza, fizik gücü ile yapılan işler yok denecek kadar az artık. Bizim asıl, fikir gücüne ihtiyacımız var. Erkeğe has bilenen pek çok işi pek ala kadınlar da yapabiliyor. Yeter ki bu fırsat kendilerine verilsin. İş yerlerinde ne bileyim işte, bir emzirme odası, bir kreş ya da bir anaokulu bulunabilsin. Aklı evinde, çoluk çocuğunda kalmasın.
Sen kadına bilgi ve becerisini artırmak için fırsat verme, sonra da bu işler, erkek işi, elinin hamuru ile erkek işine karışma de. Senin saçın uzun aklın kısa de! Oh ne güzel! Kadının söz sahibi olmaya, aile bütçesine bir pay eklemeye hakkı yok mu? Tabi ki var. Üstelik öyle sadece tekstilmiş, gıdaymış, fabrikada işçiymiş de değil, her işin üstesinden gelebilir kadın.
Mustafa pür dikkat dinliyordu. Elimde olmadan gülümsedim:
–Hayrola Öğretmen Hanım! Neler de biliyorsunuz? Yoksa siz de mi askerlik yaptınız?
–Daha önce de söyledim Metin Bey. Bütün bunlar ortak görevlerimiz. Belki ben de bir kadın olduğum için hemcinslerimi koruduğumu düşündünüz. İnanın öyle değil. Hem bu konuyla ya da biraz önce bahsettiğim değerlerimizle, cinsiyetimizin, mesleğimizin ne ilgisi var? İnsanca yaşamanın gereği, hayatın gerçeği bunlar. Bileceğiz ki; aramıza ayrılık tohumları ekmeye çalışanlara Kurtuluş Savaşımızdaki gibi kadın ve erkeğimizle bir olup fırsat vermeyelim. Bileceğiz ki; yıllar yılı birbirleriyle gül gibi geçinip giden insanlarımız, eşitlik ve özgürlük olmadığı masallarıyla kandırılmasın. Çünkü, Türkiye Cumhuriyeti yasaları önünde zaten herkes eşit ve özgürdür.
Yine haklıydı. Bez parçalarına yazdıkları küfürleri sallayıp, üzerlerindeki sözüm ona tek tip kıyafetlerle cadde ve sokaklarda haykırarak yürüyüş yapan birkaç kendini bilmezi hatırladım. İçlerindeki öfkeyi ellerindeki taş ve sopalarla arabalardan, binalardan ve dükkân vitrinlerinden çıkarır, güvenlik kuvvetlerimize saldırırlardı. Nermin Hanım’ı tekrar duydum:
–Devlet ise vatandaşlarına ayrım yapmadan eşit hizmet vermekle yükümlüdür. Biz de devlete destek olacağız. Birbirimizle yardımlaşacağız. Dayanışmanın temelinde sevgi olduğunu unutmayacağız. Bir elin parmakları bile farklı. Aynı ailenin çocukları bile başka başka düşünüyor, bu normal. Normal olmayan şey, bir noktada buluşamamak! İşte bize bu ortak noktaları arayıp bulmak kalıyor. Bu da ancak sevgi ve saygıyla olur.
Söylediği her cümlenin üzerine basıyor, bir sonraki ile karıştırmıyordu. Belki, “Çerkeş önlerinde gece yarısı yıldızlara bakarak ilerleyen ve cephane ıslanmasın diye çocuğundan esirgediği örtüyü, kağnısına seren analardan biriydi o!” Belki de Hacer kızın annesiydi. Rahmetli babam bir mektup hikâyesi anlatmıştı bana. “Sen de bir Hacer kızla evlen.” demişti. Sesi hâlâ kulağımda. Nasıl unuturum Hacer kızı!
Cepheden bir haber gelmiş köye. Anası okutmuş oğlu Kenan’in “Vurulursam gönderin!” dediği son mektubunu. Selam sabahtan sonra ki dörtlük başka bir yakmış zaten dağlanmış kor yürekleri;
-Söyle Hacer’e o da
Hakkını helâl etsin
Gönülcüğü dilerse
Başka birine gitsin
Ben ermeden murada
Ecel kırdı kolumu
Artık beyhude yere
Beklemesin yolumu!”
Hacer kız, eğilmiş haberi üzüntüyle getiren dedesinin kulağına, fısıldamış cevabını;
“Şehit olmuş benim şanlı yiğidim
Başkasına varmam, beklerim…”
Oysa Hacer, Kenan’ına oyalı mendil işlemişti. Sancağın kenarlarını işler gibi. Gergefinde nakış nakış yüreğini işler gibi. Gül suyuyla yıkamış, nicedir koynunda saklıyordu. Ama, bu mendili hiç göremedi Kenan, hiç koklayamadı. Şimdi Hacer, uyku nedir unutmuş, her gece, uzaklardan, yiğidinin sancağına yeminini duyuyordu. Küçük, masum ve al dudakları, onunla birlikte tekrarlıyordu mısraları:
“Renginin bedeli kanım olsun
Kumaşının bedeli tenim olsun
Parıltısının bedeli canım olsun
Ay yıldızına varlığım feda olsun…”
Gürbüz Bey, pamuk sakalının altındaki çenesini kaşıdı. Şöyle bir arkasına dönüp, gençlere doğru baktı. İki kulağı da küpeli delikanlıyı bir an süzdü. Sonra yine bize döndü ve derin bir iç çekti. Nermin Hanıma gıpta ile bakan buğulu kara gözleri, büyüdü, büyüdü:
–Aferin kızım. Ağzına sağlık. Çok haklısın. Bu güzel öğütleri kalan ömrümde ben de uygulayacağım. “Gençler kendilerini kurtarmak için, frene her zaman vaktinde basma şansları olduğunu düşünürler. Biz yaşlılar ise bunun böyle olmadığını tecrübelerimizden biliyoruz.” Keşke zamanında biraz daha dikkatli olabilsek! Keşke bu aklımızla yeniden geç olabilsek.
Delikanlı tebessüm etti:
–Benim şoförlüğüm iyidir Gürbüz Amca, ayağımı frenden hiç çekmem ben. Traktörümün balatalarını hep kontrol ederim.
–Öyle değil Mustafa oğlum. Bu fren o fren değil! Bazı insanları görüp şaşırıyorum. Kendini bilen var, bilmeyen var. Kimi akıllı mı akıllı! Tertemiz giyiniyor. Dişlerini fırçalıyor. Elini yüzünü yıkıyor. Banyosunu yapıyor. Saçına başına dikkat ediyor. Ütüsüz pantolon, gömlekle dolaşmıyor. Mis gibi kokuyor. Bunları yapmamak için bahaneler arayıp bulmuyor…
Yaşlı adamın anlattıklarını dinlerken ister istemez üstümü başımı kontrol ettim. Kendime çeki düzen verdim. Nasrettin Hoca bile “ye kürküm ye” demiş! O da tane tane sözcüklerle devam etti:
–Kiminin ise, dünya umurunda bile değil. Ne kendine ne çevresine hayrı var! Çöpünü sağa sola atıyor. Hem kendi sağlığını hem de çevresini hiçe sayıyor. Sebepsiz yere gürültü yapıyor, kavga çıkarıyor, başkalarını rahatsız ediyor. Hastalıktan hiç kurtulamıyor. Daha neler neler!
İnsanın sağlığını koruması akıllıya kolay, akılsıza zor! İçtiğimiz suya dikkat etmezsek, yiyeceklerimizi gerektiği gibi saklamazsak, kap kacağımız temiz olmazsa, meyveyi sebzeyi yıkamazsak, temizlik ve sağlık kurallarına uymazsak elbette hasta oluruz. İş işten geçtikten sonra mı tedbir alacağız? “Akıllı kişi, başkalarının hatalarından ders alan kişidir. Hiç kimse her şeyi öğrenecek kadar uzun yaşayamaz ki! Öğrendiklerimizi iyi uygulamak gerek.
Mustafa da gözbebeklerini büyüterek bana döndü:
–Metin Ağabey, “Düşündüğün, söylediğin ve yaptığın her olumlu söz ve davranış için para kazansaydın”; ama tersi için de para kaybetseydin mâli durumun ne olurdu?”
Şöyle bir düşünüp iyi taraflarımın daha ağır bastığına karar verdim:
–Herhalde, bir miktar para biriktirirdim. Ya sen aynı durumda olsan ne yapardın?
Önceden hazırlanmışcasına yapıştırdı cevabını. Beni yine güldürdü:
–Tabii ki, iflas ederdim Metin Ağabey!
Otobüs yavaşladı. Yolun kenarında bir insan kalabalığı gördük. Kaza olmuştu. Ters dönmüş arabanın başına birikmişlerdi. Uygun bir yerde durduk. Muavin, uyarı işaretini kaptığı gibi, otobüsün olduça gerisinde bir yere koydu. İnip inmemekte tereddüt ettik. Mustafa “Ben ineceğim.” deyince beraberce indik. Mavi spor bir araba önde giden kamyona arkadan çarpmış ve devrilmişti. Şimdi yaralanan şoförü arabadan çıkarmaya çalışıyorlardı. Sıkışan kapıyı açmak için bayağı uğraştılar. Biz de yardım ettik.
Genç bir kız etrafına talimatlar yağdırıyor, yaralının karga tulumba taşınmasını engelliyordu. Dikkat ettim. Otobüsümüzün yolcularından biriydi. Dinlenme yerinde delikanlının kur yapmasından sıkılıp çay salonundan çıkan kızdı. Meğer hemşireymiş. Adı da Aslıhan. Kumral saçları, bal rengi gözleri vardı. Emniyet kemerini kullanmadığı için başını cama vuran yaralıyı, bir bebek gibi sarıp sarmaladı. Boynunun iki tarafına tahtalar bağladı. Belki de bu iki tahta adamı felç olmaktan kurtardı! Ambulans gelince sağlık görevlileri onun doğru yaptığını onayladılar. İlk yardımın nasıl yapılacağını bilmek hayat kurtarıyordu. Oysa biz çoğunlukla, kaza geçirenlere yardım edeceğiz diye yaralıların başına üşüşüyor, doluşuyor, karga tulumba davranışlarımızla zarar veriyorduk!
Tekrar otobüse döndüğümüzde Nermin Hanımın meraklı sorularını Mustafa bir bir cevapladı. Sonra hemşire kızı gösterdi. Öğretmen gözlüğünü ayarlayıp, kızın baktığına emin olunca elini kaldırdı ve onu selamladı. Hemşire kız da aynı işaretle cevap verdi ona. Mutlu bir hâli vardı. İyi iş başarmıştı. Gururla gülümsüyordu. Öne çıkık dişleri, sempatik görünüyor, gül yüzünde güller açıyordu. Bu sıcak tebessüm kimbilir kaç hastaya şifa olacaktı! İnsan, bu kızın elinden ilaç içerken hasta olduğuna aldırmayabilir, ona güvenebilir, baktıkça moral bulabilirdi.
Kazanın ucuz atlatılmasına Mustafa da sevinmiş, rahatlamıştı. Kulağıma eğildi: “Temel’in kazasını biliyor musun Metin Ağabey?” dedi. Bilmediğimi söyleyince anlattı:
–Temel kamyon kullanırken kaza yapmış ve pek çok kişiyi yaralamış. Mahkemede hakim, “Nasıl oldu bu kaza, anlat!” demiş. Temel de anlatmış; “Yokuştan inerken fren patladı. Baktım, yolun bir yanında küçük bir kedi oynuyor. Diğer yanda da kocaman bir pazar yeri. Ben kediyi tercih ettim ve hemen kırdım direksiyonu.” Hakim şaşırmış; “Ama oğlum, sen bunca insanı yaralamışsın!” Temel cevap vermiş; “Her şey kedinin pazar yerine doğru kaçmasıyla başladı Hakim Bey!”
Yaşlı adam, arkamızda oturduğu için gülüşmelerimizi görmedi. İyi ki de görmedi, ölçüyü kaçırmıştık. Ayıplardı belki! Derin bir nefes alıp babacan tavrıyla, kendi kendine konuşur gibi konuştu:
–Ah şu insan! Hayatını kolaylaştıracak şeyleri icat ediyor. Sonra da onu hakkını vererek kullanmıyor. Gideceğimiz yere on dakika geç gitsek ne çıkar? Gaz pedalı ayağımızın altında diye olanca gücümüzle basıyoruz üzerine. Sanki yolları fethediyoruz. “Bana bir şey olmaz!” diyenleri mi ararsın? Arabasına, şoförlüğüne, şansına aşırı güvenenleri mi? Maşallah, gözlerini kan bürüyünce ne ışık dinliyorlar, ne de hatalı sollama. Uykusuzluk, yorgunluk umurlarında bile değil. Oysa yollardaki bütün yasaklar insanları korumak için değil mi?
Tehlike sadece trafikten de gelmiyor. Giriyor banyoya, kapatıyor kapıyı, açıyor şofbeni havalandırmıyor. Düşüp bayılıyor tabii! Ya da tam söndürmüyor kömür sobasını, uyuyor; zehirleniyor dumandan! Bacası tıkanıyor, temizlemiyor! Mutfağına tüp alıyor, ateşle kontrol ediyor! Çıplak elle elektrik tamiratı yapıyor; çarpılıyor! Ütüyü açık bırakıp telefonda konuşmaya dalıyor! Yüzme bilmiyor, gölete, baraja giriyor! Sonra da olanlar oluyor. Allah bu aklı niye verdi? İnsan bile bile niye yaralasın, niye öldürsün kendisini?
Haklıydı yaşlı adam. Bazen kazaları biz kendimiz davet ediyorduk. İş kazası geçiren işçinin garip; ama gerçek hikâyesini hatırladım:
“Ben bir duvar ustasıyım. İnşaatın altıncı katındaki işimi bitirdiğim zaman biraz tuğla artmıştı. Yaklaşık iki yüz elli kilo kadar. Onları aşağıya indirmem gerekiyordu. Bir sandık bulup, ona sağlam bir ip bağladım. Altıncı kata çıktım. İpi makaradan geçirip ucunu aşağıya bıraktım. Tekrar indim. Boş sandığı altıncı kata çıkardım. İpin ucunu sağlam bir yere bağlayıp tekrar yukarı çıktım. Tuğlaları sandığa doldurup aşağıya indim. Bağladığım ipin ucunu çözer çözmez kendimi havalarda buldum.
Ben yetmiş üç kiloyum. Tuğlalar aşağıya inerken beni yukarı çekmeye başladı. İpi bırakmayı akıl edemedim. Sandıkla yolda çarpıştık. Sağ iki kaburgamın bu arada kırıldığını sanıyorum. Tam yukarı çıkınca elim iple beraber makaraya sıkıştı. Parmaklarım burada kırıldı. Bu sırada yere çarpan sandığın dibi çıktı ve tuğlalar etrafa saçıldı. Sandık hafifleyince yukarıya çıkmaya başladı. Ben de bu arada aşağıya iniyordum. Yolun yarısında sandıkla yine çarpıştık. Sol bacağım ve kaval kemiğim bu sırada kırıldı. Can havliyle ipi bıraktım. Yukarı başımı kaldırdığımda, boş sandığın üzerime geldiğini gördüm. Kafatasım da böyle çatladı. Gözümü hastanede açtım.”
Gürbüz Bey hâlâ anlatıyordu:
–Evini sağlam yapsa, tedbirlerini alsa, depremden bile korkmaz insan. Bunun daha seli, yangını, toprak kayması, çığı, yıldırımı var. Okuyup öğreneceğiz. Benim başıma gelmez, demeyeceğiz. Nasıl önlem alacağımızı bileceğiz. Göz göre göre tabiata yenilmeyeceğiz. Onun, topraklarımızı çalmasına da izin vermeyeceğiz.
Mustafa söze karıştı:
–Tabiat topraklarımızı nasıl çalsın Gürbüz Amca, hırsız mı o?
–Evet Mustafa oğlum, öyle de denilebilir. Sen çiftçisin. Toprağa tohum ekmezsen, mahsul alabilir misin? Tedbirini önceden almazsak, akıllı olmazsak, rüzgârla, yağmurla, nehirle, bir yolunu bulur, çalar. Buna da erozyon denir. Ormanlarımızı katledersek, meralarımızda bir tek ot bırakmazsak, körpecik fidanları hayvanlarımıza yedirirsek sonunda olacağı bu!
Delikanlı bana dönüp eğildi ve yüzünü asarak konuştu:
–Bu fidanlar yüzünden bizim köyde kaç kişi öldü Metin Ağabey.
–Nasıl yani?
–Vakti zamanında, birkaç fidan kırıldı diye kavga çıkmış. Birisi vurulmuş. O günden beri kan davası var. Biri, birini vurur, diğeri de onun ailesinden başka birini. Belki sebebini bile unuttular. Hapislerde yattılar. Büyükşehirlere göçtüler. Hâlâ duyarız, bitmemiş kavgaları. Bitecek gibi de değilmiş. Islanmışın, yağmurdan korkusu olmazmış ya, aynı o hesap.
–Ah Mustafa ah! Hasım bildiklerimize diş bileyip, fırsat kollarız. Ettiğini yanına bırakmamak için elimizden geleni yaparız. Nefret yerine merhameti koymak ne kadar da zordur. Yenilmeyelim artık şu her şeyi isteyen nefsimize. Belki duymuşsundur daha önce şu sözcükleri;
“Kavgada usta olanlar, öfkelenmezler.
Kazanmakta usta olanlar, korkmazlar.
Akıllılar, kavgadan önce kazanır,
Cahillerse, kazanmak için kavga ederler!”
Husumetin sonu yok ki! Nereye kadar? Kan kanla yıkanır mı?
Mustafa, “Yıkanmaz!” der gibi başını iki yana salladı. Kan davası gibi yanlış inanışların geleneklerimizle hiçbir ilgisi yoktu ki insanlarımızın ölümleri bir işe yarasın! Bir araştırmadan okuyup, not almıştım. Bu kısa ama önemli notu evdekiler de görsün diye buzdolabının kapısına yapıştırmıştım. Şöyle yazıyordu:
“Özür dilemek, tekrar başlamak, öğüt almak, bencil olmamak, azimli çalışmak, kararlı olmak, düşünerek hareket etmek, hatalardan ders almak, affedip unutmak her zaman kolay olmasa da; çoğu zaman işe yarar.”
–Doğru şeylere inanacağız Mustafa. Örneğin, “Dünyada hiçbir milletin kadını, ben Anadolu kadınından daha fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu kadını kadar gayret sarf ettim diyemez!” Böylesine yürekli kadınlarımızın, medeni kanunla sahip oldukları hakları uygulayabildiklerini ne yazık ki yeterince göremiyoruz.
“Toplumsal yapımızın, yaşam tarzımızın, düşünme şeklimizin değiştirilmesi gerekiyorsa eğer, hiç beklemeden bugün değiştireceğiz. Kadını zavallı gören bir zihniyet tabii ki ona şiddet uygulamaktan vazgeçmez. Gerçi şiddete maruz kalıp bunu kabullenmek de akıl kârı değil ya! Ne yapsın kadın? Baskılar var tabii, sus yoksa daha fazlası gelir diye tehdit var. Güya kadınına sahip çıkıyor. Namus benim için her şeydir diyor ama namus kavramını sadece kadının bedeni olarak görüyor. Çünkü kadının, kendi hayatına karar verebileceği bir durum işine gelmiyor.
Kadına, sahibi olduğu bir mal, eşya gözüyle bakıyor. Onu, arzu ettiği hoyratlıkta kullanabileceğini düşünüyor. Gözünün üstünde kaşı var diye, yemeğin tuzu fazla kaçmış diye, saçının teli biraz görünmüş diye, arkadaşıyla sinemaya, tiyatroya gitmiş diye, acımasızca vuruyor, öldürüyor. Bunun da adı; namus oluyor, töre oluyor.
Eğitim desteği sağlanmadan, kanunlar ne derece uygulanabilir? Bazen öyle durumlarla karşılaşılıyor ki bu cinayetleri işleyenlerin sırtları bile sıvazlanıyor. Sanki iyi bir şey yapmışlar gibi topluma meşru gösterilmeye çalışılıyor.
Bu yoksulluk oldukça, kadınların namusu kendilerinden değil de erkeklerinden soruldukça, toplumsal baskı da arttıkça artıyor. Kadın ne yapıp yapacak cinselliğini kontrol altında tutmanın yollarını bulacak. Erkek yaparsa elinin kiri tabii! Yıkar, temizler. Kadın, öyle değil. Arkadaşı olmayacak, eli erkek eline değmeyecek, çarşıya pazara gitmeyecek…
Erkeğe gelince, o bunların hepsini yapma hakkına sahip olacak. Keyfi isterse yapacak istemezse yapmayacak! Diyelim ki kadın; erkeğe özendi de bunları aklından geçirdi. Töre denir, bıçak çekilir, adet denir, namluya mermi sürülür, toplanır kendisini hukuktan üstün gören aile meclisi, cezayı keser ve olan her zaman kadına olur. Ben, genç kızlarımız akıllarına her eseni yapsınlar, Allah korusun, yoldan çıksınlar, kendilerine ya da ailelerine leke sürsünler demiyorum ki. Allah korusun. Onların da bir yüreği olduğu göz ardı edilmesin, genç oldukları unutulmasın diyorum. Onların da bir hata şansları olsun istiyorum.
Umutsuzluk ve çaresizlik kadına boyun eğdiriyor. Hiçbir açıdan özgürlüğü yok ki. Kanun yazıldığı şekliyle uygulansa, adalet kavramı hazmedilip, kadına darp edene, sıfır hoşgörü gösterilse, 9 yaşındaki çocuk 19 yaşındaki ablasını vurabilir mi hiç? Anne baba o çocuğu azmettirebilir mi? Bu konuda medyamıza çok iş düşüyor. Gazeteler, televizyonlar insanları çok çabuk etkiliyor. İyi ya da kötü!”
NE İSTEDİĞİNİ BİLMEK
Bilen ve bildiğini bilen, liderdir! Onu izleyin…
Karadenizli ile yol arkadaşının moladan sonra hiç sesleri çıkmıyordu. Göz ucuyla yan koltuğa baktım. Neredeyse sırt sırta dönmüşlerdi. Sanki aralarından kara kedi geçmişti. Aslında bu söze de inanmam ya! Zaman zaman başkalarından duyduklarımızı kullanıyorduk işte. Oysa birbirimize darılmakla kedilerin renginin ne ilgisi vardı?
Bazen örf ve adetlerimizi uydurma hurâfelerle karıştırıyorduk! Akla yatmayan, çağ dışı çözümlerden medet umanlarımız oluyordu. Büyücülere, falcılara, bize yalan söylesinler diye avuç dolusu paralar veriyorduk! Hastamızı doktora götürmeyip, başına kurşun döküyor ve iyileşmesini bekliyorduk! Ağaç dallarına bezler bağlayıp evler, arabalar istiyorduk! Okunmuş suları içip, kaşı gözü düzgün, işi gücü yerinde güzel ve yakışıklı eşler diliyorduk! Daha neler neler…
Döndüm, bu iki kafadara bir kez daha baktım. Hâlâ konuşmuyorlardı; ama biraz önce kaza yerinde ters çevrilen arabayı birlikte omuzlamışlardı. Hatta bu esnada eli sıyrılıp kanayan arkadaşına otobüsün ilk yardım çantasını yetiştiren de Karadenizli olmuştu. Buna rağmen şimdi yine sırt sırta dönmüşlerdi. Onlara bir lâf atıp aralarını bulayım diye düşündüm. Sonra vazgeçtim. Nasıl olsa birazdan iş yine tatlıya bağlanırdı. Bazen çok küçük sorunlarımızı bile büyütüyorduk. “Halbuki bu küçük sorunlar çakıl taşlarına benziyordu. Gözümüze yakın tutarsak, her şeyi kapatıyor ve göremiyorduk. Ancak elimize alırsak anlıyorduk ne olduğunu. Fırlatıp atarsak da kaybolup gidiyor ve sorun falan da kalmıyordu!”
Saatim çaldı. Vakit geçmiş, bir hayli de yol almıştık. Evdekileri özlemiştim. Hanımın yeri de ayrıydı tabii.
Hey gidi günler! Evlendiğimizde zorlukları birlikte göğüslemiştik. En büyük üzüntüsü çocuklara bakmak için işinden ayrılmak zorunda kalışıydı. Anlaşamayan ailelerimizin sürtüşmeleri ise bize anlamsız ve komik geliyordu. Kendi hâlimize bırakmıyorlardı ki! Uzunca bir süre de vazgeçmediler. Sudan bahanelerle atıştılar. Hem bizi hem kendilerini üzdüler. Evde gereksiz ve kullanılmayacak ne varsa “Adettir!” deyip aldırdılar. Onların kaprisleri yüzünden elde avuçtaki tüm birikimi daha düğün öncesinde har vurup harman savurmuştuk.
İkimiz de çalışıyorduk. Maaşlarımızı alınca çoğu taksitlere gidiyor, bize bir şey kalmıyor, yine de idare ediyorduk. Ayağımızı yorganımıza göre uzatmayı o dönemde öğrendik. Misafir odamız mobilya müzesi gibi görünüyordu. Eşyaların hepsi yeniydi. Borçları bitmediği için emanet gibi geliyor, kullanmaya kıyamıyorduk. Ne günlerdi! Buna rağmen eşim, bir gün olsun sızlanmamıştı. Hep yanımdaydı. Aynı zamanda arkadaşım, sırdaşımdı. Hâlâ da öyle. Hakkını hiç ödeyemem.
Bizimkilere kalsa amcamın kızıyla evlendireceklerdi beni. Sevmiyorduk ki birbirimizi. Sebep bir iki tarla başkasına gitmesin diye. Neyse ki kız akıllı çıktı ve “O benim ağabeyim sayılır!” dedi. Miras bölünmesin diye evlenecektik neredeyse. Hadi gönüllerimiz uyuştu diyelim! Kanlarımız uyuşur muydu, çocuklarımız nasıl doğardı, Allah bilir!
Bu arada Nermin Hanım, Zeynep’in resimleriyle özlem gideren Mustafa’ya takılıyordu:
–Şu fotoğrafları bir de biz görsek Mustafa.
Mustafa çarçabuk toparladı cüzdanını:
–Yok bir şey öğretmenim. Karıştırıyordum öylesine.
–Demek bebeğin olacak. Kız mı istiyorsun erkek mi?
–Ne istediğimi bilmiyorum, fark etmez.
–Haklısın fark etmez, yeter ki sağlıklı olsun. Peki hayattan neler bekliyorsun?
–Aslında onu da bilmiyorum. Akıntı nereye götürür, kader ne tarafa çekerse!
Nermin Hanım da kendini akıntıya bırakan kaderci Mustafa’ya biraz kızar gibi baktı:
–Ne istediğini bilmelisin delikanlı. Bütün hayatını şansa, kadere bırakamazsın. Yaşamınla, geleceğinle ilgili bütün konularda hedefini belirlemelisin. Belirlediğin hedefleri gerçekleştirmek için plan yapıp çalışmalısın. Atatürk’ün bu konu ile ilgili söylemiş olduğu şu sözü her zaman kendimize rehber yapmalıyız; “Çalışmadan, öğrenmeden, yorulmadan, rahat yaşamanın yollarını aramayı alışkanlık haline getirmiş milletler, önce onurlarını, sonra özgürlüklerini daha sonra da geleceklerini kaybetmeye mahkumdurlar.”
Ortamı yumuşatmak, konuyu değiştirmek gerekiyordu. Ben de öyle yaptım ve hemen araya girdim:
–Nermin Hanım doğru söylüyor Mustafa. Ne istediğimizi bileceğiz. Atatürk de 1919’da Samsun’a adımını atarken ne istediğini çok iyi biliyordu. O kararlı adım, bugünkü modern Türkiye’yi yarattı. “Ölüm fetvalarına, idam fermanlarına hiç aldırmadı. TBMM’yi açtı. Demokrasinin temeli olan Cumhuriyet’i kurdu. Saltanat ve hilâfeti kaldırıp, bize yeni bir kimlik kazandırdı. Yönetimi dine dayanmayan, çağdaş bir toplum bilinci oluşturdu.” Onun ilkeleri bizi biz yaptı, yönümüzü aydınlattı. Aslında yolculuğumuzun başından itibaren konuştuklarımızı bu ilkelerle yıllar önce sunmuştu bize.
Mustafa sağ eliyle başını kaşırken sol eliyle de yazı yazıyormuş gibi yaptı:
–Ben bu ilkeleri bazen birbirine karıştırıyorum Metin Ağabey.
–Varsın sırası karışsın delikanlı. Onların içi önemli. Bak kısaca hatırlatayım sana. Önce Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran halkı Türk Milleti tanımıyla birleştirdi. Sonra başladı nelere ihtiyacımız varsa onları aramaya;
Milliyetçilik, tutuculuk, tutuculuk da milliyetçilik değildir, anlayışıyla hareket etti. Elini daima geleceğe uzattı. Din ve ırk ayrımcılığına karşı çıktı. Bunun yerine eşitlik ve özgürlüğü, ortak değerleri savunan bir Milliyetçilik önerdi.
Millet egemenliğine dayalı demokratik, lâik ve sosyal hukuk devleti uygulamasının savunulması için Cumhuriyetçilik dersi verdi.
Gürbüz Bey ve Nermin Hanımın anlattıkları örnekleri hatırlıyor musun? Düşünce ve inanç özgürlüğünü güvenceye almak gerekiyordu. Hukuk kurallarıyla yönetimi ve uygar yaşamı ilke edinmek kaçınılmazdı. Her alanda bilimin aydınlığını, aklın öncülüğünü ve insanın yüceliğini gözetmeliydik. İşte bunlar için ortaya Lâiklik formülünü koydu.
Toplumun bütün kesimlerinin dil, din, ırk ve cinsiyet farkı gözetilmeden yasalar önünde eşit sayılması ve toplumun sosyal bir dayanışma içinde bulunmasına da Halkçılık denmesini istedi.
Millet yararını gerektirmesi şartıyla devletin ekonomide görev almasına izin verip, özel girişimleri de her zaman destekledi. Bunun da adına Devletçilik dedi.
Yararlı düşünceleri, kurumları, gelenekleri koruyarak, bozulmuş olanları atmak ve sonra da bunları halka anlatıp benimsetmek gerekiyordu. O da öyle yaptı. İşte İnkılapçılık böyle doğdu.
Bu ilkeler ayrı düşünülemez. Çünkü hepsi birbirini tamamlıyor. Hepsi insanımızın mutluluğu için. Hepsinin içinde barış, dostluk, başarı var. Hepsi de ne istediğini bilen bir liderin bize hediyesi. Okumadın mı çay salonunun duvarındaki çerçevelenmiş yazıyı? Aynen hatırlıyorum, şöyle diyordu;
“Bilmeyen ve bilmediğini bilen, çocuktur!
Ona öğretin…
Bilen ve bildiğini bilmeyen, uykudadır!
Onu uyandırın…
Bilmeyen ve bilmediğini bilmeyen, aptaldır!
Ondan sakının…
Bilen ve bildiğini bilen, liderdir!
Onu izleyin…”