ŞAM
*Bir şehri henüz görmeden onun ismini işiten, gözünün önünde bir resmini canlandıran seyyah o şehrin kendisinden önce hayaliyle tanışıyor demektir. Şehir kendisinden çok imajı, gerçeğinden çok resmi, tarihinden çok efsanesidir bu durumda. Bunun en kestirme yoldan ifade ettiği anlam, şehre yönelik apaçık bir haksızlığın ortada dolanıp durduğudur. Çünkü seyyah şehre girdiği zaman onu, biriktirdiği hayal ile karşılaştırır. Gerçeği imaj ile yarıştırır. Eğer kentin gerçeği imajından gerideyse seyyahı bekleyen büyük bir hayal kırıklığıdır. Ama kentin gerçeği imajından daha zenginse şehir bu yarıştan bir zafer tebessümüyle çıkar. Ama buruk bir tebessümdür bu, çünkü sonuç zafer olsa da yarıştırılmıştır.
Şam’a bu duygularla gitmiştim. Bir şehrin, tehlikeli biçimde zengin bir muhayyileyi, hele de kendisi ile ilgili efsaneler üretilmişse, şaşırtabilmesi için ne kadar büyük bir donanıma sahip olması gerektiğini bile bile adım atmıştım o kapılardan içeri. Şaşırtılmam ancak hayalimin o güne değin karşılaşmadığı bir gerçeklikle karşılaşmam halinde mümkün olabilirdi. Öyle de oldu. Şam’a selâm olsun.
*Homeros’un bahsettiği Troya Savaşı gerçekten oldu mu? Bu soru bilimin susadığı kesinlikle hâlâ cevaplanabilmiş değildir. Birçok Troya Savaşı olduğu muhakkaktır. Ancak İliada’da bahsi geçen savaş, araştırmacıların bütün çabalarına rağmen yerini edebiyatın dünyasına bırakır. Çünkü Homeros’un Troya’sından (Troya kazılarında VI. katman) geriye yazılı bir belge kalmış değildir. Yazıyı bilmeyen bir şehirdir Troya VI. Herhangi bir kitabesi yoktur. Aynı nedenle tarihi en fazla da Homeros’a emanettir.
*Sevgili ve eş imgelerini Nur Cihan’da birleştiren Şah Cihan, âşık olduğu kadının ölümünden sonra iki abide inşa ettirmişti: Tac Mahal ve Şalimar. İnsanlar aşkın ölümsüzlüğüne inansınlar diye. Ölüm firkatse bunun zıddı kelime vuslat olmalı. Şah Cihan genç gelinini hayatına getirdiği düğün günü sarayının çevresini gül suyuyla yıkatmıştı. Etekleri ıslanan Hintliler gül suyuyla böyle tanıştı. Oysa genç gelinin ödemesi gereken küçük bir bedel vardı. Aşkın ölümsüzlüğünü kendi mahiyetinde gösterebilecek yegâne: Ölüm.
LEYLÂ
İsim vermek sahiplenmek demektir. Yer açmak, bir şeyin varlığını dile getirmek ve sonra o varlıkla eklemlenmek, o irtibatta görünür olmayı gerçekleştirmek. Bu sebeple önemlidir isim vermek, dahası verilen ismi kabul etmek. İsmi olmayanın varlığından bahis açılamaz ve ismi hatırlananın unutulmasından da söz edilemez. Onun için bir ismi merak etmekle başlayan aşk sevilene yeni isim/ler vermekle büyür, bir ismi unutma çabasıyla ve nihayet -mümkün olursa tabii- o ismi unutmakla sona erer.
“Nomen est omen” der eski bir Latin atasözü. “İsim kaderdir” anlamında. Eğer isimlerden sahiplerine nasip olduğunu bilmeseydim bile adı Leylâ olan kadınlara bakarak çıkarırdım bu manayı.
Onlar ki hepsinin mizacında siyahlık vardır. Siyah iri gözleri siyah uzun saçlarıyla perdelenir. Suat’ı alıp götürdüklerinde Arap şairinin kalbinde kalan kırıklığı bırakırlar bize yokluklarıyla. Hepsinin evvelinde bir Nilî, ahirinde bir Sahra vardır. Çölden nasipli, geceye aittirler, Leylî. Leylâ bir mesnevi kahramanı olsa da Leylâ diyorsam şu bizim gerçek Leylâ’dır (Sezai Karakoç).
Bir Leylâ’nın yazısı bütün Leylâ’ların alnındadır. Leylâ baharda doğmuştur ama bütün mevsimler ondadır. Leylâ başına bir taç takarsa bütün Leylâ’lar eline bir gelin çiçeği alır. Bir Leylâ dengini toplarsa bütün Leylâ’lar yoldadır.
Leylâ demiştim, şimdi Leylâ susuyorum ve düşünüyorum: Bir kadının adı eğer Leylâ değilse başka ne olabilir ki? Çünkü Leylâ’nın harflerinde bütün isimler yazılıdır, Leylâ’nın isminde bütün harfler vardır.
Bazen Leylâ çocuk annesi anne; bazen Leylâ anne, annesi Leylâ’dır. Sütün hakkı ödenmese bile, Leylâ’nın da annesi üstünde hakkı vardır. Ve şu yazdıklarım var ya, haftalık yazı değil, notları alınmamış bir defter-i kebir gerçeğinden arda kalanlardır.
NAZAN BEKIROĞLU