ZAMANIN ÖZEL KESİTLERİ ve MUBAREK GÜNLER
Zaman çok karmaşık ve önemli bir kavramdır. İnsanoğlu, zaman hakkında henüz çok geniş bilgilere sahip değildir. Bu konudaki malumât, sadece güneş, dünya
ve ay arasında cereyan eden ve astronomi bilimi tarafından şimdiye kadar tespit edilmiş bulunanlarla sınırlı kalmıştır.
Zamanın da yaratıcısı şüphesiz ki Yüce Allah’tır. Her saniye akıp giden zaman dediğimiz şey, gerçekten insanı derinden düşündürücüdür. Allah (c)’ın bir
kudret mucizesi olan zaman akımının büyük sırlarını bilmiyor olsak bile onun –konumuz münasebetiyle- önemli bazı kesitlerini değerlendirmek durumundayız.
Saniyeler, dakikalar, saatler, günler, haftalar, aylar, mevsimler ve yıllar şeklinde akan zamanın, dakik hesaplara ve belli disiplinlere dayanan taksimatı,
başlı başına hayranlık uyandıran bir ilâhî sistemdir. Bilindiği kadarıyla sırf güneş, dünya ve ay arasındaki ilişkilerin bir sonucu olan zaman akımı, –üzerinde
yaşadığımız gezegenin-, gök cisimleri arasında taşıdığı önemi ön plâna çıkarmaktadır. Dünya dediğimiz bu gezegen, Mescidu’l-Harâm, Mescid-i Nebevî ve Mescidu’l-Aksâ
gibi olağanüstü öneme sahip üç mekânın yanı sıra, yüz binlerce câmi, mescid ve ilim yuvaları gibi daha birçok mübarek yerleri de üzerinde taşımaktadır.
Bütün bu mekânlarda, Allah Teâlâ’ya kulluk temelinde icra edilen tüm faaliyetler, zaman ve mekân dahilinde olup bitmektedir. Onun için önemli mekânlar
kadar önemli zamanlar da mü’minleri meşgul eder ve edecektir. Çünkü bu zaman ve mekânlar, Allah ile kul arasındaki bağların güçlü birer şahididirler.
Başta Arafat (Arefe) günü olmak üzere bayramlar ve cumalar, Hz. Peygamber (s)’in İsrâ olayını yaşadığı Mi’râc gecesi, kezâ Onun ibadetle ihya etmeye çalıştığı
Recep ayının ilk Cuma gecesi, Şaban ayının on beşinci gecesi ve Kadir gecesi, hiç kuşkusuz özel birer anlam taşıyan zaman kesitleridirler. Bunların yanı
sıra, başta cihâd olmak üzere tüm hayırlı faaliyetler, mazrufu oldukları zaman dilimlerinin ne kadar büyük fırsat anları olduklarını kanıtlarlar. Böylece
zarf ile mazruf, birbirini tamamlayarak İslâm’ın rûhânî hayat cephesinin parlak disiplinini gözler önüne sererler.
Zaman ve zarf, çok önemli kavramlardır. Vahyin dili olan Arapça, bu iki kavramı insan zihnine en iyi şekilde yansıtabilmiştir. Bu nedenledir ki «zaman»
kelimesi, eskiden günümüze kadar Türkçe’de, -olduğu gibi Arapça aslıyla- kalmıştır. Zarf ise, Türkçe’de tam karşılığı bulunmadığı için, -ilgiye ve yerine
göre- sınırlı olarak zaman zaman «kuşatıcı» kelimesiyle anlatılmak istenmiştir.
Vakit o kadar değerlidir ki Allah Teâlâ, zamanın bir kesiti olan asra yemin etmiştir.
[1]
Zaman, Allah (c)’ın kudretiyle O’nun kurduğu nizama ve hesaba göre akıp gider. Yine O’nun takdiriyle bazı saatler, günler ve aylar, özel birer anlam ve
değer taşırlar. İşte bu müstesnâ zaman dilimleri, duaların kabul gördüğü ve umutların yeşerdiği hayırlı saatler ve mübarek günlerdir. Kısmen Kur’ân-ı Kerîm’de,
kısmen de Rasulullah (s)’ın sünnetinde bu mübarek günler ve saatler belirtilmişlerdir. Bunlar, genelde üç aylar olarak bilinen Recep, Şaban ve Ramazan
aylarına yayılmış özel günlerdir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu hayırlı ve mübarek günlere, özellikle Ramazan ayına ve Kadir gecesine büyük önem verilmiştir.
İslâm’ın yaklaşık bin beş yüz yıl önce yapılanma sürecini yaşadığı günlerde Allah Teâlâ, -Cahiliye döneminin insanını bu evrensel düzene alıştıracak şekilde-
emirlerini derin bir hikmetle zamansal periyotlar boyunca bildirmiştir. Bu periyotlar kronolojik olarak çok ilginçtir. Örneğin Kur’ân-ı Kerîm’in ilk âyetleri
Hz. Peygamber (s)’in kırk yaşına girdiği 611 yılında inmeye başladı. Bu müthiş olay, Ramazan ayında ve Kadir gecesinde cereyan etmiştir. Kadir gecesini
de kucaklayan Ramazanın bir zamansal periyot olarak vahye de sahne olması bu ayın ne kadar büyük önem taşıdığını ortaya koymaktadır. İşte bu nedenledir
ki Allah Teâlâ Kadir gecesinin bin yıldan daha hayırlı olduğunu haber vermektedir.
[2]
Bunun anlamı (Allahu A’lem) şudur; mü’min kişinin, Kadir gecesinde Allah (c) rızası için yapacağı ibadet, dua, zikir ve tefekkür, onun, (ömrü yetse ve
sürekli işleyebilse) bin yıl boyunca yapacağı ibadet, dua, zikir ve tefekkürden daha hayırlıdır!
[3]
Hicretten on sekiz ay önce gerçekleşen İsrâ yolculuğu, İslâm’ın yapılanma sürecinde yer alan ikinci zamansal periyodun simgesidir. Bu periyotta, yine Allah
Teâlâ’nın emriyle İslâm’ın genel anlamda bir yol haritası çizilmiştir. Hicretten bir buçuk yıl sonra İlâhî emirle kıblenin yönü Mescidu’l-Aksâ’dan Mescidu’l-Harâm’a
çevrildi. Bu olaydan kısa bir süre sonra da Şaban ayının onunda Ramazan orucu farz kılındı. Milâdî 624 yılında gelen bu emir, İslâm’ın rûhânî hayat sistemine
yeni bir temel taşın yerleştirildiği üçüncü zamansal periyodu temsil eder.
Maneviyât deryasının bereketle coştuğu bu hayırlı günlerde, gönüllerde de iklim değişmeye başlar; katı yürekler yumuşamaya yüz tutar. İman dolu göğüslerde
sevgi, saygı ve acıma duygusu Ummanlaşır. Dolayısıyladır ki bin beş yüz yıl önce, İslâm’ın yapılanma sürecini oluşturan ve birbirini izleyen zamansal periyotlar
bu evrensel, yüce kâinât nizamının zihinlerde tazelenebilmesi ve ideal anlamda hayata geçirilebilmesi için her yıl yeniden birbirini izlerler.
Hiçbir dinin, hiçbir rejimin ve hiçbir ideolojinin zaman akarken, zindeliğini ve tazeliğini sürekli koruyabilecek bu kadar güçlü sistemleri ve bu derece
çarpıcı simgeleri yoktur. İslâm’ı, tarihe silinmez şekilde kazıyan bu hayırlı olayların ve hayırlı günlerin tümü, aynı zamanda mü’min gönüllere ve zihinlere
de kazınmıştır. Şu var ki, İslâm’a ait değerlerin birçoğu tarihin akışı içinde çarpıtıldığı gibi, hayırlı vakitlere ilişkin ölçüler de az çok saptırılmıştır.
Onun için bu mesele üzerinde bir nebze durmakta yarar vardır.
Her şeyden önce hatırlatmak gerekir ki, İslâm’da, vaktin hayırlısı ve şerlisi diye bir ayırım yoktur. İslâm, uğursuzluğa yer vermemiştir. Dolayısıyla zamanın
tümü hayırlı faaliyetlere açıktır. Hayır ve şer, zaman için değil, ancak niyet ve eylem için söz konusu olabilirler. Bununla birlikte, zararlı ve yıkıcı
niyet ya da eylem, -içinde cereyan ettiği- zamana mal edilemez. Örneğin savaş, deprem, yangın, sel, kasırga ve salgın hastalıklar gibi felâketlerin meydana
geldiği günler, uğursuz sayılamazlar. Ne var ki bunun tam aksine, belli gün ve saatlerin bazı kişi ve çevreler tarafından uğursuz sayıldığı da bir gerçektir.
Bu tür bâtıl inanışların yanı sıra, mübarek günler hakkındaki düşüncelerde de sapmalar olmuştur. Örneğin mübarek günler, asırlardır toplumumuzda sırf
mistik duygularla algılanmaktadır. Türkiye’de, yaygın «kandilcilik» geleneği, -bütün fantezileriyle-, kalıplaşmış olan bu algılama şeklini net olarak göstermektedir.
Kitap ve sünnetin ruhuna uygun biçimde, mübarek günlere verilecek önemin niceliği bu popüler yaklaşımla oldukça aşındırılmıştır!.Dolayısıyla bu özel günler,
başkalaşmış bir zihniyetle sadece dua ve ibadet gibi sırf rûhânî hayat cephesini çağrıştırmaktadır. Oysa yaşamın tüm canlı alanlarıyla ilgili eylem ve
faaliyetleri de bu günlerin içine almak, İslâm’ın madde ile mânâ arasında kurduğu dengeye çok daha uygun düşecektir.
Zamanın nasıl değerlendirileceği konusunda Müslümanların eskiden beri içine düştüğü yanılgı, onları, artık bugün geri dönüşü olmayan büyük kayıplara uğratmıştır.
Nitekim «vakit nakittir» diyerek zamının ne kadar değerli olduğunu bilmelerine rağmen Müslümanların, onu doğru ve verimli şekilde kullanabildiklerini söylemek
güçtür. «İslâm Dünyasının» bugün içinde bulunduğu acıklı manzara, bu kuşkuyu teyit etmektedir. Uğursuzluğa ve olumsuzluğa yer vermeyen, (sadece namaza
ilişkin olarak kerâhet vakitleri hariç), zamanın tümünü ibadet için elverişli sayan İslâm, her nimet gibi vaktin de en verimli şekilde değerlendirilmesini
istemiştir. Bunun en güçlü kanıtı da bizzat Hz. Peygamber (s)’in belgesel hayatıdır. Onun, yaşamı boyunca boş geçirdiği bir dakika bile yoktur. Dinlendiği
saatlerde bile hedeflerini Allah’ın rızasına uygun biçimde nasıl gerçekleştireceğini daima düşünmüş, duygulu, duyarlı, kaygılı, hesaplı, umutlu, faal ve
diri bir zihinle yaşamıştır. Buna rağmen İslâm tarihinin eğer ilk yüz yılını istisna edecek olursak, geriye kalan zamının çok hor ve hesapsız kullanıldığını
görürüz. Nitekim 23 yıl içinde eşsiz bir devlet kuran, güçlü bir imanla, sevgi, saygı, barış ve dayanışma temeli üzerinde insanlık tarihinin en muhteşem
uygarlığına ortam hazırlayan Hz. Muhammed Mustafa (s)’nın mirasına her asırda, -zamanla yarışan- bir avuç bilginden başka hemen hiç kimse gerçek anlamda
sahip çıkmamıştır! Onun için İslâm tarihine altın sayfalar yazdırdıkları ileri sürülen kişilerin ve onlar tarafından gerçekleştirilen «başarıların!», esasen
tarafsız bilim heyetlerince yeniden gözden geçirilmesi gerekir.
Tarih, elbette ki yargılanamaz ve mahkûm edilemez. Çünkü tarih dediğimiz şey, bir gölge, bir siluet gibidir, geçer gider. Onu zaptetmek, onunla hesaplaşmak
mümkün değildir. Ondan sadece dersler ve ibretler alınır. Ancak tarihi de bir geçmiş zaman olarak değerlendirmek zorundayız. Yoksa biz de bugün tarihe
tapan ve onu putlaştıran kalabalıkların durumuna düşebiliriz. Kezâ, sırf hayırlı ve mübarek diye nitelemekle zamana, yaraşır bir değer vermiş olamayız.
Bununla birlikte akışı boyunca olumlu ve yapıcı faaliyetlerde bulunmak ve gelecek kuşakların hayatını kolaylaştırabilecek eserler bırakmakla ancak ona
gerçek anlamda değer vermiş olabiliriz.
Bu nedenledir ki tarihte gerçekleştirilmiş olan bazı fetihler ve savaşlarda kazanılmış nice zaferler gibi sonu pek iyi hesaplanmamış birçok «başarılar!»,
kısa bir süre sonra yüz yıllar boyu devam eden büyük sorunlara yol açabilmiştir. Nitekim günümüzde bütün insanlığı sarsan, toplumları birbirine düşüren,
haritaların sık sık çatlamasına ve kuvvetler dengesinin tamamen bozulmasına yol açan sebep, eskilerin zaman denen büyük nimeti bugünün aydınlık ve huzur
içinde yaşanmasını sağlayacak bir hesap ve tasavvurla kullanmadıklarını açıkça göstermektedir. Bu kusurda Müslümanların herhalde payı daha büyüktür. Çünkü
çağımıza ışık tutacak, yolumuzu aydınlatacak ve bugünleri huzur içinde geçirmemize yardım edecek dev eserler, parlak projeler ve evrensel düşünceler üreteceklerine,
büyük ihtimalle, mübarek günlerde bol bol mistik ayinler düzenlemekle zamanı gerçek anlamda değerlendirdiklerini sanmışlardır! Oysa mübarek günleri ihya
eden Hz. Peygamber (s), mistik grupların düzenlediği hiçbir ayin şekliyle ibadet etmemiştir. O, ne müzikli danslı sema düzenlemiş, (haşa!) ne mantra çekmiş,
ne de râbıta adı altında meditasyon yapmıştır. Bilakis, Allah Teâlâ’nın rızasına uygun olan ibadetlerde bulunmuş; huşu içinde namaz kılmış, nefsine karşı
direnerek oruç tutmuş ve her âyet üzerinde derin düşünerek Kur’ân-ı Kerîm okumuştur. Bununla birlikte vakitlerini toplumun ve gelecekte kendisini izleyecek
ümmetinin refah ve mutluluğu için çok yönlü olarak dünyevi faaliyetlerde de bulunmuş, bu suretle bizlere üstün bir örnek olmaya çalışmıştır. Onun bize,
gerçekten güzel bir örnek olduğunu Allah Teâlâ haber vermektedir.
[4]
Dolayısıyla dünyamız ve ahiretimiz için ne yapıyor olursak olalım, doğrudan Onu örnek almalıyız. Mübarek günleri Onun hangi ibadetlerle ihya ettiğini,
ne zaman, nerede hangi dualarda bulunduğunu sağlam kaynaklardan öğrenerek sünnetine titizlikle uymalıyız.
Hz. Peygamber (s)’in eğer ibadet şeklini ve dualarını merak edip inceleyecek olursak, bugün birçoğumuzun, ibadet ederken sergilediği davranış biçimlerinin
ve okuduğu duaların, Onunkine hiç benzemediğini ibretle görebiliriz. Bu ise bizi gerek Ona, gerekse Allah Teâlâ’ya karşı mahcup edecektir! Unutmamak gerekir
ki tarih boyunca özellikle ibadet ve dua konusunda zor sayılabilecek kadar bid’atlar icat edilmiştir. Sömürüye en çok müsait olan din duygusu, ne yazık
ki bazı kişi ve odaklar tarafından yönlendirilmiş, bu suretle İslâm’ın temel değerleri olan ibadet ve dua konusunda oldukça yıkıcı etkiler bırakılmıştır.
Fakat ne büyük tesellidir ki Hz. Peygamber (s)’in gerek mübarek günlerde, gerekse herhangi bir yer ve zamanda okuduğu dualar, tarih boyunca İslâm alimleri
tarafından derlenmiş ve kitaplaştırılmıştır. Bu kitapların en ünlüsü, hiç kuşkusuz İmam Nevevî olarak bilinen Ebu Zekeriyya Yahya bin Şerefuddîn (h. 631-676)
tarafından hazırlanan «el-Ezkâr»’dır. Bundan başka, sadece adları bile bağımsız bir kitaba konu olabilecek sayıda güvenilir dua kitapları yazılmıştır.
Başta İmam Ebu Yusuf olmak üzere, İmam Suyûtıy, İmam Şevkânî, İmam Gazâlî, İbn Hacer, Ebulvakt Abdulmelik es-Sıddıyqî, İbnul Cezerî, Ububekr bin Ebiddunyâ,
Ebu Davud es-Sicistânî, Ebuzer el-Herevî, İbn Ebi Âsım, Ebu Abdillâh el-Huseyn ez-Zabiy el-Muhâmilî, Ebu Abdirrahman el-Kûfî, Ebu Ali İsmail es-Saffâr,
Ebu’l-Qasım Süleyman bin Ahmed et-Taberânî, Ebu’l-Huseyn bin el-Munâdî, Ebubekr el-Beyhaqî, Ebu’l-Hasan Ali el-Wâhidî, Ebu’l-Abbas Cafer el-Mustağfirî,
Ebu’l-Abbas Ahmed el-Bûnî, Ebu Sa’d es-Sem’ânî, Ebu Cafer el-Faryâbî ve Ebu’l-Feth Muhammed bin Ali gibi daha birçok araştırmacı âlim tarafından seçkin
dua kitapları hazırlanmıştır. Bu değerli kitaplarda Kur’ân-ı Kerîm’e ve Hz. Peygamber (s)’in sünnetine aykırı hiçbir dua şekline yer verilmemiştir.
Bu ilgiyle ve önemle hatırlatmak gerekir ki günümüzde, çevre edinmek ve çıkar sağlamak amacıyla bazı mistik gruplar, Kur’ân-ı Kerîm’in ruhuna ve Hz. Peygamber
(s)’in sünnetine aykırı, çeşitli dua kitapları hazırlamışlardır. Bu kitaplar, irili ufaklı olarak –ne yazık ki- halk arasında yayılmış bulunmaktadır. Bu
tür sömürüye alet olmamak ve dinin en duyarlı alanı olan ibadet, dua ve zikir konularında kusur işlememek için bu kitaplardan şiddetle sakınmak lâzımdır!
Yine hatırlatmak gerekir ki, bu tür kitaplara alıcı bulabilmek için sayfaları arasına Kur’ân-ı Kerîm’den bazı sureler yerleştirilmiştir. Aynı zamanda,
sözde Hz. Peygamber tarafından tavsiye edildiğine ilişkin propagandalar eşliğinde bu kitaplar pazarlanmaktadır. Meselenin en yanıltıcı yönü de budur.
Tarih boyunca din ve duygu sömürüsü ile çıkar sağlamaya çalışan kişi ve odaklar, yaptıkları işlere daima Allah’ın kitabını alet etmişlerdir. Onun için gerek
«ilmihâl», gerekse «evrâd ve ezkâr» adı altında yayınlanan, ibadet, dua ve zikir gibi konuları içeren kitapları seçerken çok dikkat etmek gerekir. Bu amaçla
bir tercih yapmadan önce âlim bir kişiden tavsiye almakta yarar vardır.
İnsanoğlunun hayatında zamanın ne kadar kıymetli olduğunu anlayabilmek için Hz. Peygamber (s)’in nasıl yaşadığını, vakitlerini nasıl değerlendirdiğini,
olumsuzluklara ve tehlikelere karşı Allah Teâlâ’ya en güzel dualarla nasıl sığındığını, her mü’min çok iyi öğrenmelidir. Bu konudaki ayrıntılı bilgiler
gerek Siyer, gerekse Hadis bilim dallarında ayrıntılarıyla mevcuttur.
Erbabınca bilindiği üzere, Hz. Peygamber (s), çok yoğun ve hareketli bir yaşam geçirmiştir. Onun, hayatının tümü; Adaletsizliğe, zorbalığa, haksızlığa,
ahlâksızlığa, görgüsüzlüğe, ayırımcılığa, ilkelliğe, geriliğe ve gericiliğe karşı direnmekle geçmiştir. Bu konuda verdiği ateşli mücadeleler ve çetin savaşlar
sırasında, maddi anlamda gerekli önlemleri alırken, manevi plânda da sürekli olarak Yüce Rabbine sığınmış, büyük bir içtenlikle güzel dualarda bulunmuştur.
Hz. Peygamber (s)’in hayatında duaların yeri çok büyüktür. Onun Allah Teâlâ ile olan sıkı irtibatındaki güçlü bağlardan biri de dua olmuştur. Nitekim,
mesaj vermek üzere bir gün gittiği Taif kentinde, hayatının en zor dakikalarını yaşarken çarpıcı bir duada bulunmuştur. O gün Yüce Rabbine içten yaptığı
yakarışın Türkçe meâli şöyledir:
«Allah’ım, güçsüzlüğümü ve insanlara değersiz görünüyor olmamı sana şikâyet ediyorum. Ey acıyanların en acıyanı! Sen ezilmişlerin koruyucususun. Kendisiyle
yakın bağım olmayan bir düşmanıma, ya da beni bağımlı kıldığın bir yakınıma canımı teslim etmeyecek kadar sen bana acıyansın. Eğer sen bana öfkelenmezsen
başka hiçbir şeye aldırış etmem. Fakat senin hoşgörün, bana her şeyden daha ferah gelir. Bana inecek gazabına, ya da başıma gelecek öfkene karşı, -bütün
karanlıkları yırtan; dünyanın ve ahiretin bütün eksiklerini gideren- senin o yüceler yücesi simanın parlak nuruna sığınıyorum. Hoşnut oluncaya kadar, kınama
yetkisi sadece sana aittir. Sen dilemedikçe hiçbir şey değişmeyecek ve sana karşı hiçbir güç direnemeyecektir».
Bu derûnî yakarışların yapıldığı yere ve zamana dikkat ettiğimizde, dua eden kimseyi kuşatan zaman ve mekânın büyük önem taşıdığını görürüz. Evet, duanın
vakti ve yeri, onun sözlerini belirleyen temel iki unsurdur. Bazen yer, bazen de vakit, dua için tek sebep teşkil edebilir. Örneğin, zulme uğrayan kişi,
o sırada hangi vakitte ve nerede olursa olsun Yüce Allah’a yönelerek ondan imdat isteyebilir. Nitekim Hz. Peygamber (s)’in yaşadığı yukarıdaki örnek, bunun
böyle olduğunu göstermektedir. Çünkü hayat bir sınavdır ve kader bu sınavda insanı tahmin edemediği olaylarla karşı karşıya bırakabilir. Bu olayların her
biri karşısında insan daima Rabbine muhtaçtır. Eğer sıkıntı içinde ise Ondan yardım isteyecektir; yok eğer ferahlık içinde ise bu kez de nail bulunduğu
nimetin devamı için yine Allah Teâlâ’ya hem şükretmek hem de verdiği nimetin devamını sağlaması için Ona yalvarmak durumundadır.
Hayatının ilk dakikasından, son nefesini verinceye kadar ağır ve devamlı bir sınavdan geçen insan, bunu başarıyla noktalayabilmesi için, ömrünü geçirdiği
sürenin tamamını çok iyi kullanmak zorundadır. Aksi halde bu dünyada yaşayacağı mutsuzluk, ebedi hayatta da devam edebilir! Başarının sırları konusunda,
insanoğluna şimdiye kadar sunulmuş çeşitli reçetelerin çoğu, zamanın taşıdığı değere büyük yer vermiştir. Vaktini en iyi şekilde değerlendirirken insan,
belli zaman kesitlerinin Allah-kul ilişkisi bakımından olağanüstü önem taşıdığını asla hatırdan çıkarmamalıdır. Bu, bilinçli bir mü’min için çok büyük
bir şanstır.
Bütün imkân ve fırsatlar kullanılarak, zaman denen nimetten olabildiğince yararlanmak, aklın ve dinin icabıdır. Zaman israfı, insanı hezimet ve hüsrana
sürükleyen büyük felâketlerdendir. Çünkü kaçırılan zamanın yeniden yakalanma şansı yoktur. Dolayısıyla insanoğlu, hayatı, sağlığı ve ileriki günleri için
zamanını düzenli ve verimli bir şekilde değerlendirirken, Yaratıcısı ile olan ilişkisini sağlam şekilde sürdürmek ve ebedi mutluluğa hak kazanabilmek için
de özel zaman kesitlerini doğru şekilde değerlendirmesini bilmelidir. Bu noktadaki ölçü, hiçbir zaman mistik rûhânîlerin duygusal önerileri, hevâ ve hevesleri
değil, bilakis, Allah Teâlâ’nın Yüce kitabı ve Rasulullah (s)’ın sünneti olmalıdır.
——————————————————————————–
[1]
Bk. Kur’ân-ı Kerîm, Asr Sûresi
[2]
Bk. Kur’ân-ı Kerîm, Kadr Sûresi
[3]
Bu açıklama nedeniyle, yapılabilecek yanlış bir yoruma meydan vermemek bakımından şu önemli bilgiyi sunmakta yarar vardır;
Bazı kimseler, şöyle düşünüyor olabilirler: «Madem ki Kadir gecesi bin yıldan daha hayırlıdır, öyle ise bu gecede yapılan ibadetler de bin yıl boyunca yapılacak
ibadetlerden daha üstün demektir. Dolayısıyla, Kadir gecesinde yapılan ibadetler o kadar çok değerlidir ki, bir mü’minin, yaşamı boyunca işlediği iyilikler
ve yerine getirdiği tüm ibadetler, bu mübarek gecede yapılanların yanında çok küçük ve önemsiz kalmaktadır. Sonuç olarak, mü’min kişi, hayatında yalnızca
bir kez bile eğer bu geceyi ibadetle ihya edecek olursa, üzerindeki bütün mükellefiyetler düşer!».
Her şeyden önce, Allah (c) adına böyle bir yargıda bulunmaya, hiçbir insanın yetkisi yoktur. Kaldı ki, dikkatleri Kadir gecesinin sırf yüksek değeri üzerinde
yoğunlaştırmayı amaçlayan ve bu gecenin kaçırılmaması gereken bir fırsat olduğuna vurgu yapan âyet-i kerime, mü’min kişinin mükellefiyetlerini asla kaldırmamakta,
böyle bir anlam taşımamaktadır.
[4]
Bk. Ahzâb Sûresi, âyet: 21
Ferit AYDIN